Bülent Forta: Sol yeni bir yol açmalı
Çevrim ÇEVİREN
SOL Parti MYK Üyesi Bülent Forta ile seçimlerin ardından muhalefetin genel durumunu konuşmuştuk. Türkiye’de devrimci mücadelenin neredeyse yarım asırlık bölümünün en yakın tanıklarından biri olan Forta’yla bu defa solun kendisini tartıştık.
Bu seçim sonucunu bekliyor muydun, sürpriz mi oldu?
Türkiye’deki herkes gibi bütün anket sonuçlarının verdiği rakamlara baktığımda yani evet, gidiyorlar herhalde diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Ama bence, sonucu bekliyorduk; ‘beklemiyorduk’tan daha ziyade bu politik tespitin kendisi önemliydi. Bunlar çok kolayca gitmeyecekler ve gitmiş olsalar dahi elde etmiş oldukları mevzileri ortadan kaldırabilmek, bu tahribatı engelleyebilmek için yeni bir mücadele süreci gereklidir tespitimiz vardı. Bence esas olan, bizi, Türkiye’de solun çeşitli kesimlerini ayıran şey bu uyarıları yapmamız böyle bakmamızdı. Ama sonuç olarak, Türkiye’nin büyük siyasal dizilişinde önemli bir toplumsal güç oluşturamadığımız için sadece fikirsel düzeyde ifade edilen ve kısmen sonucu değiştirmeyen bir yanı oldu bunun.
Sol, geçmişten gelen bir geleneği ve deneyimi olmasına rağmen neden etkili bir güç olamadı?
Aslında sorulması gereken soru bu tabii. Bugün üzerine düşünmemiz gereken şey, solun bütün kesimleri olarak, CHP’den HDP’ye, TİP’ten, TKP’den SOL Parti’ye kadar şapkayı önümüze koyup bu sorunun cevabını düşünmek zorundayız. Bu cevabın en önemli noktası bir eleştirel yeniden inşa olmalı. Yani, biz kendimizin özeleştirisini yapmadan, kendimizi bu etkisizliğimizi nasıl gidereceğimiz konusunda köklü bir dönüşüme uğratmadan Türkiye’nin önünde demokratik bir seçenek bence yok.
Çalışmalar başladı mı?
Seçim sonuçları sarsıntı yarattı. Soldaki bütün siyasi partiler, CHP, HDP, Yeşil Sol ya da Emek Partisi’nin içinde özeleştirel süreç başladı. Hatta seçimde kısmen başarılı olduğu söylenebilecek, yadsınamayacak bir oy alan TİP’in içinde bile, şimdi ne olacak türünden bir değerlendirme söz konusu. Bu kaostan mutlaka bir yenilenme çıkar, bu özeleştiriden mutlaka doğrudan bir sonuç çıkar diye düşünmek mümkün değil. Ama seçim yenilgisi böyle bir şeyi ateşledi. Bunu becerebilenler yeni dönemin siyasal aktörleri olmaya hak kazanır. Beceremeyenler ise bu etkisizlikle bir kenar süsü olarak siyasette var olmaya devam ederler.
Peki, solun yeni döneme uyum sağlaması için ne yapması gerekiyor? Nasıl bir yenilenme olmalı?
Birincisi, bu seçimlerin en temel sorunu -solu da körelten kısmı bence- ne kadar milletvekili çıkartacağız sorusu üzerinde kümelenmesi. Siyaseti sadece bir matematiğe indirgeyen ve sadece matematiksel olarak milletvekili sayılarına odaklı davranmak bence solu sığlaştırdı. Sola oy verebilecek yüzlerce insan stratejik oy kullandı. ”Gitsinler” diye, iki milletvekili oradan eksik çıkar diye ya da ‘barajı aşamazlar bunlara vermeyelim’ diye oy kullandı. Yani kriter tamamen çıkartılacak milletvekili sayısına ve parlamentoda nasıl temsil edileceğine odaklandı. CHP’nin bütün sağ partilerle kurduğu ittifakın temeli de buydu. TİP’le HDP arasındaki ittifakın temeli de. Bütün kurgu ve motivasyon bunun üzerineydi. Bu nedenle iktidarın bazı hamleleri de görülemedi.
Aslında seçim sandığa gitmeden önceki süreçte parça parça kaybedildi. Yani iktidarın attığı her adım aslında bizi antidemokratik bir seçime sürüklüyordu. Seçim sistemi değiştirildi, Doğal Hakim ilkesi kalktı, YSK kuralları değişti. En önemlisi ittifak kurabilecek ya da aday olabilecek kesimler -Demirtaş, İmamoğlu gibi- acayip davalarla devre dışı bırakıldı. HDP’nin üzerinde kapatma baskısı oluşturuldu. Bütün kadroları tutuklandı.
Sonuçta ‘kaç milletvekili çıkartırız’a indirgenen bir siyasete sıkışıldı. Her şey seçim anına ve sandık güvenliğine indirgendi.
Seçimlerde yüzde 90’a yakın bir katılım oldu aslında ama bu bir demokrasiyi göstermiyor. Seçimde oy kullanmanın dışındaki siyasetin ortadan kalktığını gösteriyor. Hâlbuki sol, esas olarak siyaseti toplumun bütün kesimlerinde yapabilen, kadın direnişlerinde, sendikalarda, fabrikalarda, üniversitelerde özetle bütün toplumsal hayatta siyaset yapan, siyasetin toplumsallaştığı bir gelenekten geliyor. 12 Eylül’den beri siyasetin toplumsallaşması ve sıradan insanların siyaseti yapar hale gelmesi bir özne olarak kendilerine kurgulamaları adım adım tasfiye edildi. Siyaset bizim için artık Halk TV’den seyrettiğimiz seyirlik bir oyun haline geldi. Onun dışında toplumun hiçbir katmanında televizyonda yorumları seyretmenin dışında siyasi bir çalışma, bir siyaset yok, kitle çalışması yok. Solun kaybettiği yer bence buydu ve bu işin sadece ve sadece parlamento düzeyinde var olması aynı zamanda bir seçim başarısızlığının siyasal bir başarısızlık olarak da okunmasına neden oldu.
HDP ile TİP arasındaki ilişkiyi düşünelim. Aslında Kürt hareketinin senelerdir Türkiye soluyla kurduğu ilişkinin sağlıksızlığı üzerine çeşitli eleştiriler getirdik. Diyorduk ki, ‘bir sol grup temsili üzerinden sadece parlamentoda o gruba iki milletvekili bu gruba bir milletvekili verme politikası doğru değil’. Bu bir yandan Kürt hareketinin “hami” gibi davranmasına yol açıyor, diğer yandan da sol grupları toplumsal mücadeleden uzaklaştıran bir kolaycılık sağlıyor. Türkiye’de ancak bağımsız sol sosyalist bir hareketin gelişmesi Kürt sorununun çözümüne katkı yapar diye düşünüyorduk. Ama HDP ve HDP’nin kültürü biraz da solun bütününü kendi önceliklerine eklemlemekti. Bu birçok kitle örgütünün kendi özgünlüklerinden uzaklaşmasına ve güç kaybetmesine yol açtı. Ayrıca Türkiye’deki mevcut sol siyasi kümelerin birçoğunun HDP politikaları içerisinde erimesine neden oldu. Bu ne Kürt hareketine bir fayda sağladı ne Türkiye sol hareketine.
Bu seçimlerde bu durum sürdürülemez hale geldi. TİP gibi bir parti çıktı, popüler kitle desteği aldığı andan itibaren HDP hegemonyası zayıfladığı için TİP büyük bir salvoyla karşılaştı. TİP de sanki HDP hiç ortada yokmuş, bütün bu başarı kendilerininmiş gibi davrandıkları için bu sefer çok ciddi bir karşı karşıya geliş ortaya çıktı. Aslında bu sevinilecek bir durum değil. Kürt hareketi Türkiye’de önemli bir demokratikleşme zemini. Aynı zamanda da sosyalist hareket gelişmediği müddetçe toplumun bütün gericiliğiyle tek başına mücadele etmek zorunda kalan bir siyasi harekete dönüşüyor.
HDP de küçük partileri Meclis’e taşıyarak var olmalarında bir fayda sağlıyor…
Reel siyaset ama bakın, Türkiye’deki solun bütün toplumsal örgütleri zayıfladı. Gençlik mücadelesi zayıfladı, KESK zayıfladı, DİSK zayıfladı, Tabip Odaları filan hepsine birden baktığınızda zayıfladı. Bütün bunlar zayıflayınca bu kadar çok parlamentoya abanmak ve bunun üzerinden siyaseti kurmak aslında çok doğru bir politik hat değil.
Yasal bir parti kurmak bütün sol mücadele süreçleri içinde ne anlam ifade ediyor? Neden yasal parti, parlamentoya girmek çok da önemli değilse?
Ben parlamentoda var olmayı yadsımıyorum. Bir siyasal parti sonuç olarak toplumsal köklerini geliştirerek bir siyasi parti olarak kendini var eder. Bugün AKP’yi sadece Meclis grubundan ibaret göremezsiniz. Bütün toplumsal katmanlar içinde Ticaret Odası’ndan yöre derneklerine kadar örgütlenmiştir. Kürt hareketi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Sosyalistlerin kaybettiği şey buydu. Parlamentoya girmenin ve iki milletvekili çıkarmanın kolaylığı başka nedenlerin yanı sıra solun bütün bu mücadelelerinin dışında kalmasına yol açtı. Yoksa bir siyasi parti tabii ki çalışacak gerekirse ittifaklar yapacak ve parlamentoya girecek.
Aslında bütün bu hikayelerde temel soru; ‘bir siyasi parti nedir?’ Bir siyasi parti, ona inanan insanların ona oy vermeleri için kurulmuş, zaman zaman başka güçlerle ittifak yapabilen, zaman zaman kendi içindeki çoğulculuğu koruyan bir fikir ve örgütlenme kümesidir her şeyden önce. Ve bir mücadele biçimidir.
Türkiye’de 12 Eylül’le beraber bu baraj mevzusu ortaya girdiği andan itibaren ve bir siyasi parti sadece parlamentoya girer gibi bir fikir ortaya çıktığı andan itibaren bir seçimde CHP’li oluyoruz, bir seçimde HDP’li oluyoruz bir gün başka bir şey oluyoruz… Yani politik anlamda şizofren oluyoruz aslında… Kendi inandığımız politik düşünceye bir şey katamıyoruz ve stratejik oy kullanma gibi bir tuhaflıkla politikayı ele alıyoruz. Hâlbuki dünyanın çeşitli yerlerinde sol partiler var, 3000-5000 oy alır. Ona inanır insanlar. Demokrasi inandığın parti için oy vermektir. Başarılı olur olmaz, milletvekili çıkartır çıkartmaz, o ayrı. Bu barajlar ve siyasetin kısıtlanması sonuç olarak solla bağ kurabilecek bütün insanların da seçim döneminde inanmadıkları partilere oy vermesine yol açıyor.
Bu seçim özel bir seçim değil miydi? İktidara son verme kaygısı vardı…
Parlamenter siyaset açısından çok özel bir seçim değildi. Evet, solun bütün kesimleri 20 yıllık bir iktidarı yenilgiye uğratabilmek için bir referandum tercihinde bulundular.
Bunun dünyada da örneklerini gördük. Le Pen yükseldiğinde Fransızların sloganı “faşiste değil, hırsıza oy ver”di. Yani zaman zaman siyaset insanın önüne böyle seçenekler getirir ama solda hiç kimse Millet İttifakı’nın bir cennet vaadi olduğu üzerinden düşünmedi. Tam tersine çok meşhur olan Lula’nın o lafı Türkiye’ye de uyarlandı, “cehennemin kapılarını kapatma” üzerinden bir kurgu yapıldı. Ama parlamento açısından şöyle bir sonuç olsaydı örneğin, Emek ve Özgürlük İttifakı, biz ve diğer sol onun içinde yer alsaydı yüzde 15-20 oy alsaydı ama 61 milletvekili değil de 59 milletvekili çıkarsaydı, siyasal sonuçları çok daha büyük olurdu. Sadece milletvekili sayısına indirgendiği için TİP ile HDP arasında bir kopma ortaya çıktı.
Bu durumunda mutlaka tamir edilmesi gerekir. Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt hareketi bir kopuş yaşamamalı, tam tersine ortak mücadele zeminlerini nereden kurgulayacağını düşünebilmeli.
O ittifakın içinde niye yer almadınız?
Bizim politik hattımız CHP ile Kürt Hareketi arasında bir üçüncü hat oluşturmak. Çünkü Türkiye’de sosyalist hareket toplumda geliştiği müddetçe demokrasi sürecine daha fazla katkı yapabileceğini, sağlıklı bir zeminde yükselebileceğini düşünüyoruz. Bu Kürt hareketiyle bir dayanışma ilişkisini dışlayan bir şey değil. Tam tersine bir sürü toplumsal zeminde bu dayanışma ilişkisini de geliştirecek. Ama buradaki bağımsız siyasal hat fikri çok önemli. Kürt hareketi Türkiye partisi olma fikrini ifade etse de ağırlıkla Kürt halkının taleplerinin taşıyıcısı olan bir parti. Öyle olunca spektrumu daha geniş, bir sosyalist hareketten daha fazla.
Örneğin laiklik... Bugün sosyalist bir hareketin Türkiye’nin içinde bulunduğu durum nedeniyle laiklikten vazgeçmesi mümkün değil. Bir ulusal hareket içinde pekâlâ İslamcı kesimlerin de kapsanması gibi bir durum ortaya çıkabilir. Ayhan Bilgen, Altan Tan, Hüda Kaya gibi isimlerin olduğu zeminler oluştu. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum. O işin doğasından gelen bir şey. Ama sosyalist hareketle arasında ciddi bir ayrım noktası bu.
İkincisi, sosyalist bir hareketin vazgeçemeyeceği şey esas olarak kamuculuk. HDP’nin politik çizgisinin sosyalist bir çizgi değil, radikal demokrat bir çizgi olduğu kendi ifadeleri. Dolayısıyla sosyalizm, radikal demokrasiye sığdırılamayacak bir dünya görüşü. Ama ikisinin arasında kesişecek, dayanışma kurulabilecek çok şey var. Bunların ikisi birbirinin yerine geçtiği zaman ne Kürt hareketinin yararına, ne de Türkiye’deki sosyalistlerin gelişebileceği bir zemine hizmet ediyor.
Ama bu bizim onlarla bir seçim ittifakı yapmayacağımız manasına gelmez.
Ama yapmadınız. Niye?
Zaman zaman yaptık. Mesela ÖDP ile SHP ve HADEP arasında oldu. Bu seçimde de baştan beri ilişki sürdürdük. Ama politik çizginin bir parçası olarak seçim ittifakından işe başlamak bize göre doğru değildi. TİP, Selahattin Demirtaş hep birlikte ‘sosyalistler 20 vekilli Meclis’te olmalı’ diyerek seçim ittifakından başladılar.
Bizim o zamanki politik duruşumuz şuydu: Daha seçim yasası değişmemiş, seçimin hangi koşullar altında olup olmayacağı belli değil, dolayısıyla o gün gelsin, seçim ittifakı gerekliliği ortaya çıkarsa biz pekâlâ seçim ittifakı yapabiliriz. Ama politik hattımız bağımsız bir sosyalist çizginin olması. Bunları baştan beri yazdık çizdik ve temaslarımız da bu çerçevede sürdü.
HDP’nin “aday çıkartmayacağız” noktasına gelmesi seçimlerden sadece bir buçuk, iki ay önce oldu. Bizim ana siyasetimiz ise ‘ortak adaydı’. Gidip orada daha henüz ortak aday çıkartıp çıkartmayacağına karar vermemişlerken bir ittifak yapamazdık.
Bu netleştikten sonra Türkiye bir deprem süreciyle karşılaştı. Yine aynı dönemde Türkiye’deki bütün bir gericilik Cumhur İttifakına kümelendi. Hüda-Par’ından Yeniden Refah Partisi’ne. Biz HDP’li arkadaşlara gittik dedik ki, “Böyle bir kümelenme var. Depremin getirdiği bir dayanışma var. Sahada oluşan bir araya gelişin seçim ittifakı haline getirelim. Seçime birlikte girelim. Bizim bir beklentimiz ve talebimiz yok. Sizden bir milletvekili talebimiz de yok. Biz doğrudan doğruya buranın politik olarak güçlü çıkmasını elde edilecek milletvekili sayısından daha önemli görüyoruz. Bunun iki kesim arasında bir köprü olmasını da önemli görüyoruz” dedik.
Arkadaşlar büyük bir memnuniyetle karşıladılar bunu. Sonuçta dediler ki, biz Emek Özgürlük İttifakı’ndaki arkadaşlarımıza soralım. Sordular ve büyük bir ihtimalle de seçime kısa bir zaman kaldığı için ve TİP’le de aralarında bir gerginlik olması nedeniyle yeni bir sorun yaşamamak için, nazikçe “Şimdi mümkün değil ama bundan sonraki mücadele süreçlerinde hep beraberiz” dediler ve böyle bir durum ortaya çıktı.
Biz Sosyalist Güç Birliği diye bir ittifakla hareket ettik. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi şuydu: Kürt siyasal hareketi maalesef biraz da teorik olarak etnik kimlikler üzerinden siyaseti algılayan liberal kesimlerle daha içli dışlı. Yani şu anda HDP’nin içinde bulunan Türkiye solunun büyükçe bir bölümü, solun en liberal kesimleri. En son tabii Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi bir zamanlar AKP destekçilerinin aday yapılması hadisesi de var.
Seçime birlikte girip sonradan kendi grubunu kurmak bir tercih olamaz mıydı?
Biz onu doğru bulmuyoruz. Şimdi değil yaklaşık elli senedir doğru bulmuyoruz. Sonuç olarak kendi siyasal gücün olmadan HDP’nin sana alan açmasıyla, buradan bir tane veririm, iki milletvekili veririm üzerinden kurulan siyaseti çok doğru bir siyaset olarak görmüyoruz. Kendi öz gücüyle kazanılan siyasetin çok daha sağlıklı olacağı kanısındayız. Bu siyaseti eşit bir arada davranılan bir siyaset zemini olarak görmüyoruz. Biz ittifaka girerken zaten tam da bunun tersini yaptık.
Onun dışında ya ben size çok net olarak söyleyeyim; SOL Parti’den iki tane milletvekili olsa ne olacak ki? Gelenek olarak CHP’nin içerisinde de HDP’nin içerisinde de bir sürü bizim geleneğimizden insan var.
SOL Parti’nin ismiyle parlamentoda yer alması toplumda daha farklı bir etki yaratmaz mıydı?
Sorun o değil, toplumsal gücünüz ne, örgütlülüğünüz ne durumda? Sorun o.
TİP’in dört milletvekilinin Meclis’te yer alması partilerine fayda sağlamadı mı?
TİP’in milletvekilleri de çok konjonktürel bir etkiydi. Mücadeleci bir söylem geliştirdiler. Ama bugün için toplumsal bir derinliği yok. Bir örgütlü mücadele üstüne yükselmiyor. Dolayısıyla bu konjonktür TİP’in önüne de önemli görevler koyuyor.
TİP’teki arkadaşlar büyük bir önderlik gösterirler ve yakaladıkları ilgiyi örgütlü bir güce dönüştürürlerse önemli bir eşik atlayabilirler, doğru olan da budur. Ayrıca AKP karşısında esas olarak öfke dilinin çalıştığı bir dönem yaşadık. Ama şimdi artık sadece öfke dili AKP karşısında yeterli olmaz. Hem öfke hem mücadele hem de akıl diline ihtiyaç olan yeni bir döneme giriyoruz.
Dolayısıyla bu konjonktür TİP’in önüne de önemli görevler koyuyor. Bir kere tahrip edilmiş Kürt hareketiyle Türkiye sosyalist hareketinin arasındaki ilişkiyi dört tane milletvekili için tahrip etme gibi bir görüntü ortaya çıktı…
Tahrip etmek derken?
Kaç milletvekili çıkarılacağı üzerinden Kürtlerle sosyalistler arasındaki ilişki epey bir tahrip oldu. Sosyal medyayı ben de okuyorum. Millet birbirine kin kusuyor. Bunun tamir edilmesi lazım. Bunun en temel nedeni de sorunu politik bir zeminde tartışmaktansa ben hangi bölgede kimi çıkartırsam kaç milletvekili üzerinden yürütülen bir politikadır.
Soruların cevabı aslında çok basit. SOL Parti’nin bırak iki tane milletvekilini keşke otuz tane milletvekili olsa Meclis’te. Ama bunu kendi toplumsal gücünle, kendi toplumsal örgütlenmenle elde edersen bir siyasal karşılığı olur. CHP de eskiden gelirdi, size iki milletvekilliği verelim diye mesela.
Bu defa istedi mi yine CHP?
Yok. Bu sefer tamamen sağda bir yerde duruyor CHP. Bir siyasal hareket baştan söylediğim gibi, baraj olmasa kendi siyasal gücüyle girmeli Meclis’e. SOL Parti’nin aldığı oy 70.000 – 80.000 civarında. Kadro oyu. Kitlesel bir oy değil. Çok da önemli bir güç. Hiçbir seçilme ihtimali olmadığı halde aldı bu oyu.
SOL Parti zamanın ruhunu yakalamada sorun mu yaşıyor? Aslında bütün politik oluşumlardan çok daha köklü bir geçmişi var…
Belki de SOL Parti’nin en büyük avantajı ama en büyük zaafı da. SOL Parti bir geleneğe yaslandığı için içine nüfuz edilmesi de insanlar açısından o kadar kolay değil.
Çok büyük geleneğin SOL Parti’ye kattığı tabii ki çok önemli şeyler var. Bugün taşranın herhangi bir kasabasına gidin iki üç SOL Parti’li mutlaka bulursunuz. Ama bu niye genişleyemiyor derseniz, bir gelenekten gelmek hem büyük fayda hem bazı da zaaflar içeriyor.
Ne mesela?
Birçok badire atlatmışlar bir iç dilleri var. Bunu bir sürü yerde görebilmek mümkün. Yenilginin izleri böyle bir şey. Ama şunu çok net olarak söyleyebilirim. Bizim geleneğimiz genişlemeye en uygun geleneklerden bir tanesidir.
Mesafe aldınız mı?
Zor bir yolculuk tercihi bizimkisi. SOL Parti olarak siyaseti bir seyir ilişkisiyle geliştirmenin çok sağlıklı bir zemin olmayacağını söyledik. SOL Parti olarak biz bir kitle çizgisini savunduk ve bunu derinleştirmeyi iki yıldır bir program olarak önümüze koyduk. Uşak’ta tarım üreticileriyle buluştuk. Fatsa’da fındık üreticileriyle. Senelerdir yenilginin sembolü olmuş bir yerde bir miting yapabildik. Trabzon gibi burada mümkün değil miting olmaz denilen yerde bir siyasi çalışma yapabildik. Karadeniz’de, Trakya’da bütün kitlesel direnişlerin içerisinde yer aldık. Biz biraz da yönümüzü, Türkiye solunun kaybettiği özelliklerine çevirdik.
SOL Parti 24 Temmuz’da Fatsa’da fındık mitingi düzenlemişti. (Fotoğraf: BirGün)
Bir yandan da o kadar büyük bir kavga var ki Türkiye’de, sizin gücünüz her şeyi bir anda yapmaya imkan tanımıyor. Bir tercihte bulunmak zorundasınız. Parlak dört beş tane konuşmacıyla bir televizyonda seyredilip bu iki tarafın zaaflarından oy almak durumundaydınız -ki bu da bir başarı- ya da başka yol deneyecektiniz. İtirazım sadece böyle başarı sağlanır diye bu durum sola model olmamalı.
Solun kitlesel gücünün çoğaltılması gerekir. Yoksa siyaseti seyirlik bir ilişki olarak görürsek, giderek daralmış, hatta siyasi partilerin meclis kürsüsündeki konuşmalarına kalmış olur. Bunu değiştirmemiz lazım.
Sağcı toplumda sol partiler açısından siyaset yapmanın zorlukları var. Bunun oy oranlarına, sahada yapılan çalışmalara etkisi ne? Buna ek olarak, bir de Müslüman bir toplum olmak var.
Siz maalesef solun yükseliş dönemlerine çok fazla tanıklık etmediniz ama biz ettik. Ecevit’in dağlarda taşlarda etkisinin olduğu, solculuğun her köyde her kasabada, her okulda pıtrak gibi yükseldiği bir döneme tanıklık ettik. En büyük şey solun kendi programatik fikirlerini herhangi bir bulanıklık olmaksızın savunmasıydı. Fazla statik düşünmemek lazım toplumları Mesela Ankara Sanayi Mahallesi… Gidin şimdi AKP’nin kalesi. Aynı yer bir kuşak öncesi Ecevit’in neredeyse tapınıldığı bir yerdi. Gecekondu mahallelerini düşün, onlardaki dönüşümü düşün… Sonuç olarak bu çok statik bir şey değil politik olarak. İnsanlar dinden vazgeçecek değil, inanıyorsa inanıyor. Ama sol kendi argümanlarıyla bu düzeni ve toplumu değiştirebileceğini ortaya koyabilirse bu ifade edilen şeyde değişim çok net olarak yaşanabilir. Mesela diyelim ki 1965’den başlayın 1975-80’lere kadar iktidar oldu, olmadı, parlamento geldi gelmedi değil, Türkiye’de solla sağın çok fazlasıyla birbirine dengede olduğu bir toplum görürsünüz.
Türkiye aynı zamanda dünya egemenlerinin, dünya sistematiği için çok önemli bir ülke. Türkiye’de seçimler sadece seçimler değildi. Mesela çok uzun bir müddet NATO’nun kanat ülkesi olmuştur. Yani Sovyetler ve Sovyet yayılmasına karşı dizayn edilmiş bir devlet yapısı, buna göre toplum yapısı, tarikatların desteklenmesi, Nurculuğun desteklenmesi… Sol bunun karşısına çok daha dirençli, çok daha toplumsal etkisi olan bir güç olarak dikilebilmiştir. Türkiye’deki solun karşısında bir dünya gericiliği de vardır. Sadece Türkiye’deki hikâye değil.
Bugün de aslında çok benzer bir durumla karşı karşıyayız. Bu seçim aslında sadece Türkiye’nin iç seçimi olmadı. AKP’nin yeni kabinesine bakınız, bu kabineyle bir önceki kabineyi karşılaştırınız, burada tamamen Batı’nın çizdiği sınırlara gelmiş. Bizde daima Batı demokrasi yanlısıdır gibi bir yanılsama vardır. Hayır, Batı çıkar yanlısıdır. Belli standartlarda da Türkiye’ye biçilen rol Batı’nın tamponu olmasıdır. Bir göçmen akınına karşı bir tampon olmasıdır ve dolayısıyla Türkiye’deki siyasal hayatta artık buna göre kurulacaktır.
Türkiye burada bir rol model seçildi. Türkiye dünyanın merkezi olan Avrupa’yla Ortadoğu’nun arasında bir tampon bölge olarak kullanıldı. 2002’lerin başında Avrupa Birliği’ne giriyorduk. Tercihimiz orasıydı. Şimdi tüm Türkiye bu tercihlerinden tamamen vazgeçmiş. Ne o zamanki Avrupa Birliği aynı, ne şimdiki Türkiye… Türkiye artık dünyadaki uygar medeniyetlere katılabilme iddialarından vazgeçmiş bir şekilde yönetiliyor. Bu konuda Türkiye’nin önüne bir daha böyle bir şans gelmeyecek. Avrupa Birliği süreçleriyle ilgili pozitif bir şey söylediğim için söylemiyorum bunu. Egemenlerin tercihleri açısından söylüyorum. Bugün aksine Batı’nın tercih ettiği bir yönetim de oldu bugünkü mevcut iktidar.
Peki, Türkiye’de becerilemeyen ne oldu?
Pandemiyle beraber dünyanın bütün ülkelerinde neoliberalizm dediğimiz şey sarsıntıya uğradı. Bunun büyük bir krizi ortaya çıktı. Çünkü görüldü ki bazı toplumsal eşitsizlikler artık çok net. Nedir? Bir salgın hastalık oldu. Zenginler hastaneye gidebildi, yoksullar sokaklarda öldü. Yok zengini de öldürüyor, yoksulu da öldürüyor. Yok hayır canım, kendi özel adası olan orada hiç kimseyle temas etmeyen birini öldürmedi.
Şırnak’ta tableti olmayan bir çocuğun eğitimiyle her türlü modern araçlara sahip bir çocuğun eğitimi aynı olmadı. Bütün bunların hepsi aslında solun parasız eğitim, kamucu hayat, parasız sağlık, bütün bu sistematiklerin değiştirilmesi, zengin yoksul farkının ortadan kaldırılması gibi evrensel taleplerine dünyanın bir sürü bölgesinde insanların kulağını açmasına yol açtı. Sol bütün bunların içinde kendi politik programıyla yükseliyorsa yükselebilir.
Örneğin CHP’nin programı tam tersine bütün bu toplumsal talepleri üstlenen değil, onları yok sayan ve sağın toplumsal programıyla birleştiren bir şey olarak şekillendi. Sağcılık yaparak sağcılardan oy alma…
Oysa solun kendi programını kitlelere anlatabileceği daha iyi bir zemin var şimdi. Türkiye’deki şu eğitim sisteminin saçmalığı nasıl bir muhalefet unsuru olmaz ki? Bütün okulların adı imam hatip. Sadece özel okullar ve zenginler kendilerine imam hatip olmayan, özel kolejlere çocuklarını gönderiyorlar. İmam-Hatip’e gitmek önemli değil de, imam hatipteki eğitim kalitesinin düşüklüğü sonuç olarak toplumsal uçurumu artırıyor.
Şimdi bu talebin siz herhangi birinde karşılığı olmadığını mı zannediyorsunuz? Ama sol ne yapıyor? Sol sadece kolejlere gidenlere seslenmeye başlıyor. Kolejlere gidenler bir politik bilinçle sola oy veriyorlar. Eskiden böyle değildi. Sol yoksul mahallelerden yükselen olanların toplumsal taleplerinin taşıyıcısıydı. Aslında senin sorunun yanıtı da bu. Sol yeniden toplumsal taleplerin taşıyıcısı haline dönüşebilirse kendi için bir çıkış yolu var.
Toplumsal talep ne? Laiklik. İnsanlar tarikat yurtlarında ölüyor. Laiklik talebini eskiden yanlış da olsa Cumhuriyet Halk Partisi taşıyordu. Mesela laikçi teyzeler falan da denildi ama laiklik için toplumsal taşıyıcı kim dersen CHP’ydi.
Barış talebi… Bugün barış talebi yok mu? Yani ötelenmek, sokaklardaki ötekileştirme, güçlü bir toplumsal barış talebi. Var. Eskiden bu toplumsal barış talebini HDP hedefe taşırdı. Şimdi uzun süredir bir barış talebi taşıyıcısı duyuyor musun? Yok.
Yoksulluk talebi taşıyıcısı var mı? Sadece şöyle var: patlıcan pahalı, domates pahalı. Zaten insanlar patlıcanın ve domatesin pahalı olduğunu görüyorlar.
Peki, sol partilerin ve özelinde de SOL Parti’nin bütün bu söylediğin toplumsal taleplere ilişkin bir çözümü olabilir ama karşılanmayan yine de sol siyasette toplumda karşılığını bulmayan bir şey var ki her şeye rağmen gidiyorlar sağ partilere oy veriyorlar. Sol partilerin programı milliyetçi, enflasyonist ve daha da otoriterleşen yeni dönem için eksik mi kalıyor?
SOL Parti’nin programı belki de Türkiye’nin en net programı. Ama sorun programla bitmiyor ki, onu nasıl ete kemiğe büründüreceksin. Mesela kamulaştırma diyorsun, hastaneleri özelleştirmeyeceğiz diyorsun… Çok ileri talepler. Yani sorun programın kendisi değil. Sorun bir programı siyasal güç haline dönüştürebilme.
İnandırıcılığı da herhalde değil mi?
Tabii, ama şuna niye inanmıyoruz ki? Benim dönemimde mesela - ki ben 100 yaşında bir adam değilim - özel okul yoktu. Şimdi her taraf özel okul bütün hayatımızı çocukları özel okulda okutacağız diye harcıyoruz. Bu niye? Özel okul olmasın kardeşim, inandırıcı bir talep değil mi? Daha bundan on beş, yirmi sene önce, otuz sene önce yoktu. Özel hastane yoktu. Niye inandırıcı bir talep olmasın? Yoksulsanız devlet hastanelerinde sürünüyorsunuz ama özel hastaneye gittiğiniz zaman da Amerika’daki Houston kadar iyi bir muameleyle karşılaşıyorsun yüklü bir fatura karşılığında. Bu sistem mi inandırıcı? Eğitime bakın. Türkiye’deki kadar saçma bir eğitim olabilir mi? Sekiz sene İngilizce okuyacaksın, I am going diyemeyeceksin. Böyle bir eğitim sistemi Türkiye’deki eğitim sistemi. Matematik öğretilmez. Yabancı dil öğretilmez. Siyaset, felsefe öğretilmez. İnandırıcılık dediğin şey aslında bizim hayatın içinde bir ideolojik bombardımanla bize inandırılanlar. Yok bu ütopya. Yahu niye ütopya olsun? Bizim zamanımızda bu kadar özel eğitim kurumu ve özel hastane yoktu ki… O devlet okullarından da çok değerli insanlar yetişti.
İnandırıcılığının aşınmış olmasının nedeni çok fazla yenilgi yaşanmış olması sonuçta. Değil mi?
Yüzde yüz. Sosyalizmin yenilmesi, yetmiş yıllık Sovyet deneyinin başarısızlıkla sonuçlanması dünyada ”kapitalizm artık kazandı tarihin sonu geldi” diye bir şeyin ortaya çıkması. Bambaşka bir algı ve büyülenme yaşadı insanlar. Şöyle bir bakarsak bir insan ömrü ne ki tarihe baktığın zaman, yetmiş seksen senelik ömür, tarih kocaman bir tarih. Bu eşitlik mücadelesi, özgürlük mücadelesi yüzyıllardır sürüyor ve bizden sonra da sürecek. Dolayısıyla biz şu andaki durumu verili durum olarak almamalıyız. Ben şunu kabul edemiyorum: Türkiye sağcı, Türkiye solcu, böyle saptamalar bence çok konjonktürel. Altmış ve seksen Türkiye’sine bak, solculuk Türkiye’yi alıp götürecek diye askeri darbeler yapıldı. Bütün silahlı güçleriyle, solculuk yükseliyor diye savaş açtılar sola. Sonra sağcılığın önü yine açıldı. Siyasal İslamcılık, ılımlı İslam, devlet imkanları… Birilerine korkunç işkenceler, hapishaneler filan. Türkiye’de solculuk hala devam ediyor. İşte bir tanesi 1 milyon oy alıyor, diğeri başka oranda…
Tarihsel olarak bakınca toplum ve insanın değişmeyeceğine inanmak inandırıcı değil aslında. Din bir faktör mü? Evet. Bir Müslüman toplumun bir demokrasi bilincine kavuşması büyük zorluklar taşıyor.
Buna rağmen Türkiye’deki sol bilincin, demokratik bilincin daha önemli kökleri olduğu kanısındayım. Bu yüz yıllık Cumhuriyet tarihi ve modernleşme, kadınlara verdiği özgürlükler, modern hayatın bu kadar sahiplenilmesi vs. çok direngen. Çünkü bugün modern hayattan vazgeçtiğini çok ufak şekilde göstersen bir anda yağla balla karşılaşıyorsun. Türbanı taksan iş buluyorsun. Durum terse dönmüş vaziyette. Buna rağmen bir direnme hali var. Ben hiç umutsuz değilim bu noktada.
Bu dört sene sonra SOL Parti iktidara gelecek manasına gelmiyor ama ben Türkiye solunun bütün bu özeleştirel süreci amasız, fakatsız yaşayabilirse ciddi bir potansiyel yarattığını düşünüyorum. Bu seçimlerin başka önemli bir sonucu daha var; bunu nasıl kalıcı hale getireceğiz, çok önemli.
Nasıl?
İzmir’deki seküler bir orta sınıf insanıyla Diyarbakır’daki yoksul Kürt aynı siyasal sonuç için oy verdi. Bu Türkiye için ciddi bir demokrasi ve değişim hali olabilir. Karşılıklı bunun kabulü söz konusu olabilirse bu çok önemli sosyolojik durumdur. Bu siyasal düzlemde nasıl kurgulanabilir? Yarın öbür gün bunlar ayrı ayrı düşebilirler, bilmiyorum. Ama Kürt hareketi de bütün bu 20 yıllık AKP tarihi boyunca sürekli siyasal İslamcılardan demokrasi gelir mi üzerinde birçok politik hamleler yaptı. Çözüm sürecinin yürütülüş şeklini düşünün. Türkiye’nin tarihini değiştiren 2010 referandumundaki boykot politikalarını düşünün. Kürt hareketinin de burada, siyasal demokrasi konusunda ne yapacağıyla ilgili çıkarması gereken dersler var. Çünkü Kürtlük tek başına bir ideoloji değil. Kürtler çeşitli ideolojiye sahipler. Ama bunların toplumsal haklarını savunmak ve bunu bir demokrasi zemini olarak sunmak çok önemli. Bu seçimlerin en önemli ayaklarından bir tanesi HDP’nin Tutum Belgesi’nde mevcut iktidarın karşısında yer alması. Bunun derinleştirilmesi gerekiyor.
Bunlardan bir tanesi bu seküler modern hayatı savunanlarla toplumsal barışı ve Kürt kimlik taleplerini savunanlar arasındaki yarık, tüm sosyalistlerle Kürt hareketi arasındaki TİP - HDP çekişmesiyle ortaya çıkan yarık. Ve yoksul halk kitleleriyle sol-sosyalist güçler arasındaki yarık. Bunların hepsinin kapatılması lazım.
İttifakları nasıl görüyorsun? İttifaklar dönemi bitti mi?
Bu doğru değil. Seçim ittifakı üstüne kurarsan böyle olur. Türkiye’de diyelim, bir dört sene, beş sene -belediye seçimlerini bir kenara koyalım- seçim olmasa ne olacak? Yeni bir mücadele zemini olacak. Bunun KESK’i var, DİSK’i var, bu örgütlerin güçlendirilmesi var, kadını hareketi var. Barış hareketinin oluşması lazım. Seçim olmadığı zaman buralardaki işbirlikleri son derece önemi olacak.//BirGün
Fotoğraf:BirGün