Prof. Dr. Tolga Yarman
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Tolga Yarman
 

EVRİM HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORUM? YA DA NEREDEN GELDİK?

EVRİM HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORUM? YA DA NEREDEN GELDİK? YANITA BAKARAK BİR AHLAK ÖĞRETİSİ YONTABİLİR MİYİZ?   Prof. Dr. Tolga Yarman   Başlığı attıktan sonra, baktım, zihnimde, Diderot’nun “Jacques le Fataliste et son Maître”/ “Kaderci Jacques ve Hocası”, başlıklı kitabında yer alan, “Est-ce que l’on sait où l’on va?”/  “Nereye gittiğimizi biliyor muyuz ki?”, tekerlemesi, çağrışıp duruyor… Diderot vari, nereye gittiğimizi bilemiyorsak, nereden geldiğimizi de tam bilemeyiz J) … Bu durumda, “kadercilik”, “belirsizlikte” boğuluyor, oluveriyor J) …   Determinizma Görecelidir!   Kaderciliğin belirsizlikte boğuluyor olması sorunu, başlı başına bir sorun… Benim buna cevabımsa açık:   Determinizma Görecelidir.[*]   Kısacası:   Dışarıdan bakıldığında belli bir öznenin davranışlarının, “kestirilebilecek” olmasının, bu öznenin kendi davranış sisteminde hiç bir önemi kalmamaktadır. Özne, dışarıdan bakıldığında “belirlenmiş” olabilir. Ama o, “kendi sisteminde”, iradesinin hükmünü icra eden, müdahil, yani (belirlenmiş değil), “belirleyen” olandır. O halde, işte, belirlenmiş, ya da kestirilebilir olmak, referans sistemine göre değişmektedir.   Veya, tam da bu sebeple: -  Determinizma görecelidir!   Yani “kelek bir kestirimciliği”, bir tarafa bırakalı J), yıllar oldu…   Bu bağlamda:   İnsanoğlu, kendi evrimini, kendi eda eder…   Bu noktaya yazının sonunda yine geleceğim… Nedir ki bu kadarcığını söylemek, elbette yeterli olmaz… Çünkü, “kâmil insan”, kâmil olmadan da insandır. Sürece bakan bilim adamı açısından, insan, insan olmadan, neydi pekiyi?   Bu noktada, bir kitabımdan,[†] daha doğrusu, onun Türkçesi’nden,[‡] bir alıntı yapmayı diliyorum:   Yaradan’a Varış   Evren, on beş milyar yıl kadar önceki "büyük bir patlamayla" şekillenmeye koyulmuş. Bunun böyle olduğuna dair bulgular var.   Burada bir “parantez” açıyorum:   Gerçi, daha sonra, 2013 itibariyle, bir “evren yaradılış modeli” yazdık ve yayınladık.[§]   Buna göre, ne “büyük bir patlama” var, ne de “patlama” oluyor… Yumuşak bir biçimde, daha doğrusu sıfır hızla, ancak, yerçekimi ivmesinin yuvarlak milyarda biri gibi, minik bir ivmelenmeyle başlayan bir çözülme oluyor. İvme giderek azalmakla beraber, genişlemeyi ivmelendiriyor ve bizden, en uzaktaki cisimlerin, ışık hızına yakın hızlarla kaçması sonucunu beraberinde getiriyor… Ayrıca işte, gözlenmekte olan, kâinatın (evrenin), dışından, sanki çekiliyormuşçasına, ivmelenerek genişlemesi sürecini doğuruyor. Bu, ne kadar böyle olsa da, aşağıda söylenenleri, etkilemiyor…   “Parantezi” burada kapatıyor, alıntıya dönüyorum…   Bana, "Ondan önce ne vardı?" ya da "Büyük patlama neden olmuş?" diye sormayın. Bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Bu konuda çeşitli kuramlar yok değil. Ama buralara, girmeyeceğim.   "Büyük patlamadan" sonra, gerçekte "sonlu" olduğunu düşündüğümüz "madde", biteviye ve gitgide daha geniş hacimleri, ölümcülleşe-gidecek karanlık ve ıssızlıklarda tutmak gerekirken; evrende gayet ilginç gelişmeler meydana gelmiş. Madde bir defa, gravitasyonel çekim yasasından dolayı galaktik topaklanmalar meydana getirmiş.  Bu çerçevede, bizim içinde olduğumuz Samanyolu Galaksisi (Samanyolu Gökadası) gibi, milyarlarca galaktik bulut, oluşmuş.   Sonra sonra, her galaktik bulut içinde, yine gravitasyonel çekim yasasından dolayı, "yıldız filizleri" meydana gelmiş; buralardan da, ayrıntısına giremeyeceğimiz biçimde, her galakside,  milyarlarca yıldız oluşmuş.   Samanyolu'nda,  bildiğimizce,  yuvarlak  iki yüz milyar yıldız var.  Güneşimiz bunlardan biri. Orta boy bir yıldız. Galaksimiz'in, kenarına doğru bir yerlerde.   Demek ki,  Samanyolu gibi, daha milyarlarca galaksi var. Bunların her birinde ise, Güneşimiz gibi, milyarlarca yıldız yer alıyor.   Bir fikir vermek için belirteyim. Samanyolu Galaksisi "tepsi ekmeği" gibi, çok kabaca, bir düzlem üzerinde yer alıyor. Bu düzlem yüz bin ışık yılı genişlikte. Yani bizim galaksiyi, bir baştan bir başa, eğer ışık hızında seyredebilirseniz, yüz bin yılda geçebilirsiniz. Işığın, diğer taraftan, uzayda saniyede üç yüz bin kilometre katettiğini, belirteyim. Yani ışık hızında olarak, Dünya ile Ay arasındaki mesafeyi, hepsi hepsi, bir saniyede alabiliyorsunuz.   "Bizim galaksimizin görünüşü" için, "tepsi ekmeği gibi", dedimdi; şunu da ekleyeyim, o (tabanı yüz bin ışık yılı genişlikteki) "tepsinin kalınlığı", yaklaşık bin ışık yılı olmakta!   Evren, sonlu fakat sınırsız bir mekan, olarak biliniyor. Maddenin, içinde yer aldığı evren hacminin çapı, yuvarlak otuz milyar ışık yılı. Yani, evreni bir baştan bir başa, eğer ışık hızında seyredebilecek olursanız, otuz milyar yılda katedebiliyorsunuz. Tabii, bu zaman zarfında (hiç öyle değil ama), evrenin durağan kaldığını varsayarsanız...   Akıllara durgunluk verici, değil mi?..   -   Pekiyi, evrenin, dışında ne var?, diye de, sormayın. Çünkü evreni, içinde maddenin bulunduğu mekânla sınırlı sayıyoruz. Dolayısıyla "evrenin dışı" gibi bir kavram, tanımsız kalıyor.   Geçen akşam (1995’te bir akşam) bu anlattıklarımı,  Ozancım (Oğlum),  dili döndüğünce, Köln'de bizi konuk eden Sevgili Hüseyin Ünal'a anlatıyordu. Hüseyin bana döndü, Hocam, dedi:   -   Bütün bunlar herhalde tam biliniyor olamaz; milyarlarca ışık yılı mesafedeki, ondan da vazgeçtik, örneğin birkaç ışık yılı uzaklıktaki, yıldızların, böylesi uzaklıklarda olduğunu tam nasıl bilebiliriz; dolayısıyla “bilimsel” bir kisve altında dikkate getirilmek istenen şunca öykü, başka türlü bir “dayatmanın” kesitleri olmuyor mu, yani !, dedi.   Tabii burada enine boyuna ayrıntıya girme şansım  yok, ama, hiç öyle değil.   Pek çok şeyi, gerçekten, fevkalade hoş, gayet basit ve akılcı, bu açıdan heyecan verici, insan ve insanlık  açısından ise, soylu ve onur bahşeden yaklaşımlarla, türetebiliyor, sınayabiliyorsunuz.   Miniminnacık bir örnek olarak; daha yuvarlak iki bin iki yüz yıl evvel, Dünyamız'ın yarıçapını, fevkalade çarpıcı bir gözlem uzantısında ve hepsi hepsi İskenderiye ile, bunun sekiz yüz kilometre  kadar güneyindeki bir kasabanın arasını adımlayarak hesap ediveren Eratostenes'in yaklaşımını, dikkatinize getirebilirim.   Onun gördüğü; İskenderiye'de yazın, öğleüstü, Güneş’in, dikine duran, örneğin bir sopanın, dibine, az olmakla beraber, yine de gölge düşürdüğü; buna karşılıksa, İskenderiye'nin, sekiz yüz yüz kilometre kadar güneyindeki, söz konusu mevkide, Güneş’in, aynı sıralarda, yine  dikine duran, işte bir sopanın dibine (güneş ışınları burada tam tepeleme geldiği için) gölge düşürmediği; işte, hepsi, bu!   Bundan sonrası ise Eratostenes için çocuk oyuncağı olmuş:   Öğleüstü, İskenderiye'de dikine duran sopa ile (bunun gölgesinin uzunluğu ve yüksekliğine bakıp), güneş ışınlarının yaptığı küçük açıyı ölçmek; bir de İskenderiye ile, buranın güneyinde aynı vakitte, cisimlerin gölgesiz olduğu kasaba arasını (muhakkak pek çok terleyerek), adımlamak; şimdilerde ilkokul düzeyinde dahi bilinen  elemanter  geometri bilgisine başvurunca, Eratostenes'e, Dünya'nın çapını, kendi adımları cinsinden, bir çırpıda bulgulama şansını bahşedivermiş!..       Fevkalade basit trigonometrik tekniklerle, ilk bakışta inanılmaz güzellikte sayılacak, astronomik sonuçlar çıkartmak mümkündür. Gözle görülebilen yıldızların bize olan uzaklıklarını; üçgenleme dediğimiz (basit) bir hesaplama yöntemiyle, gayet hassas bir şekilde belirlemek olanaklıdır.   Çok çok daha büyük, milyonlarca, milyarlarca ışık yılı tutarındaki evrensel uzaklıkları, burada anlatamayacağım astrofiziksel tekniklerle belirlemek de olanaklıdır.   Dolayısıyla, dikkate getirdiklerime, hiç kuşkusuz "mülahazat hanesini" (çekince  aralığını) açık bırakarak, ama, güvenebilirsiniz.   Kaldığımız yerden devam edelim.   Sırada "yıldızların hayatı" var.   Burada kısacık olsun, bir astrofizik (yıldızfiziği) bahsi açabilsem, ne iyi olurdu. Ne yazık ki bunu da yapamayacağım.   Şu kadarını söyleyebiliyorum:   Yıldızların da bir hayatı var. Yıldızlar;  galaktik bir bulut içinde, bu bulutu oluşturan hidrojen atomlarının, "kaotik" diyebileceğimiz, "cazibe merkezleri” dolayında  "gravitasyonel çekim yasası" uyarınca, "yumaklanması" ile, oluşmaya koyuluyorlar.    "Gravitasyonel çekim yasası" uyarınca yumaklanan hidrojen atomlarının çekirdekleri, birbirlerine,  kaynaşacak (nükleer füzyon yapabilecek)  kadar yakınlaşıyor;  başka bir deyişle, birbirlerine santimetrenin yüz milyonda birinin yüz binde biri, yani bir atom çekirdeği boyutu kadar sokuluyor; böylelikle, çekirdekler arası çekim kuvvetleri yürürlüğe girince, kaynaşıyorlar. Buradan en önce, helyum atom çekirdekleri çıkıyor. Ayrıca büyük bir enerji  (füzyon enerjisi)  çıkıyor. Öylesine büyük bir enerji ki, avuç içi kadar (sıvı) hidrojenden, Keban Barajımız'ın  bir yıl boyunca üretebileceği enerji kadar çok füzyon enerjisi, elde edilebilir, oluyor.   Yıldızlar; söz konusu nükleer tepkime çerçevesinde yaşama geçtikten sonra, milyarlarca yıl süreyle yaşıyorlar... Sonra sonra ise, büyüklüklerine bağlı olarak, kozmik felaket sayılacak patlamalı dönüşümlerle,  müteakip evrelerini yaşamaya geçiyorlar. İçlerinde bu sonraki evrelerde,  helyum ötesi atom çekirdekleri; hafif atom çekirdeklerinin (nükleer) kaynaşması sonucu oluşuyor...   Daha daha sonra ise  ölüyorlar; uzayda, pek bir  iç etkinliği kalmamış  olan, gök cisimleri olup çıkıyorlar.   Bizim yıldızımız  Güneş,  halen  beş milyar yaşında. Durun, hemen öyle korkmayın; Güneşimiz'in, öngörülebildiği kadarıyla, yaklaşık beş milyar yıllık ömrü daha var!..   Ayrıntıyı bir yana bırakarak devam edelim...   Bir yıldızın, sözünü ettiğimiz evre dönüşümleri sürecinde, çevresinde gayet zor bir aşamayı işaret etmekle  beraber, gezegenler oluşabiliyor.   Uzatmayalım (yani on – onbeş milyar yılı, on – onbeş satırı aşmadan anlatmaya çalışalım, demek istiyorum), gezegenlerde ise, canlılar ve üst düzeyde hayat oluşabiliyor.   Nereden nereye!..    Büyük patlamadan ve başlangıçta biteviye artacakmış gibi duran kaostan (kargaşa ve dağınıklıktan), evrensel keşmekeşten, galaktik topaklanmalara... Galaksiler içinde yıldız yumaklanmalarına...    Sonra yıldızların çevresinde, kaç türlü, kozmik felaket  niteliğinde yıldız gümbürtüleri, patlamaları ve dönüşümleriyle  ve oldukça az olasılıkla, gezegen oluşumlarına...    Sonra sonra bu gezegenlerde, daha daha, olmayacak denecek kadar az bir olasılıkla, yaşam belirtilerinin, en nihayet demek ki, kahır üstüne kahırlı milyarlarca yıllık kozmik (evrensel), galaktik (gökadasal), astrofizik (yıldızsal), jeolojik (gezegensel) ve biyolojik (yaşamsal)  uğraş uzantısında, üst yaşamın ortaya çıkmasına...   Bunun adına:   - Doğa kaostan, kargaşadan, düzenlilik yaratıyor, diyorum.   Farkında mısınız? İşte bir çiçek; hava, su ve ışıkla, yani Güneşimiz'le yoğrulmuş olarak, inanılmaz bir görkemde “düzenlenmiş topraktan”, başka bir şey değil.   Doğa bunu başarmayı biliyor.    Çiçeğin tohumundaki kurgu, toprağı (hava, su ve Güneş enerjisi katkısını sağlayabilerek), şaşılacak  biçimde  çiçek  olarak düzenliyor.  Doğa,  tabii  en  evvel, gezegenimizde  darma dağınık topraktan, milyarlarca yıllık çabalarla, o çiçeğin tohumunu, oluşturmayı  biliyor.   Müthiş bir şey!..   Buna, herhangi bir ilahi anlam atfediyor değilim; ama  ilahi bir anlam atfetmenize bir engel, görüyor da, değilim.   Evren, biliyor musuz, bir madde yığınağı ya da enerji deposundan ibaret değil. Sonlu  olduğunu düşündüğümüz, madde ve enerji yanı sıra, evrende  bir de, bir nevi “mühendislik bilgisi”, bir “yapım yetisi” mevcut. Neyin nasıl oluşturulacağına dair bir bilgi, bir yeti bu...   İşte örneğin, iki hidrojen atomu uzayda ayrı ayrı, avare avare dolaşırlarken, birbirlerine rastlarlarsa, adeta cümbüşler içinde, bir hidrojen molekülünü nasıl oluşturacaklarını, biliyorlar.   Daha  oracıkta;  aslında demek ki daha, büyük patlama sonrası, galaktik topaklanmalar  sürecinde; Dünyamız da, Dünyamız’daki kırlar da, çiçekler de, kuzular da, biz de,  milyarlarca  yıllık belalı kozmik kaosların en gazaplı süreçlerinden süzüle süzüle, hayatiyet bulmaya koyuluyoruz.   İnanılmaz, bir şey değil mi?   Evrenin; kendini bilsin yahut bilmesin, bir bilinci var. Bu bir kozmik bilinç.   Belki kendi kendinin farkında olmayan, ancak bilinçli bir bilinci, yani bizi, nasıl oluşturabileceği bilgi ve yetisine sahip bir bilinç.   Evrensel Madde Mimarisi   Yukarıdaki satırları; evveliyatını da dikkate alırsanız, çeyrek asır, hatta otuz yıl, olmuş yazalı… Bütününü okumanızı muhakkak öneririm… (Aşağıda, aynı yazıdan, bir alıntı daha yapacağım.)   Aktardıklarımı vakt-i zamanında düşündükçe, giderek yazdıkça, çok ferahlamıştım… Çünkü, görünen oydu ki, kompakt (sıkışık) bir halden, başlayıp, madde sonsuza, tozlaşmaya yüz tutmuş olarak dağılıyor, gitgide daha daha da çok işlevsizleşiyordu… Ancak yerçekimi kuvvetinden başlayarak, kuvvetler, öteki türlü “umutsuz gidişata”, paçasından asılıyor ve son toplamda belli bir “düzenliliği” beraberinde getiriyordu… Ayrıntıya giremeyeceğim… Şu ki, söz konusu düzenliliğin, bir şablonu olmak gerekiyordu… Yıllarım, bu şablonu araştırmakla geçirdim… Sonra sonra, pek çok makalede, söz konusu şablonun, maddenin hemen her aşamasında, yani işte nükleer dünyada, atom dünyasında, moleküller dünyasında, pek muhtemelen nükleer altı dünyada, giderek kozmik dünyada, geçerli olduğunu, çalışma arkadaşlarımla beraber, heyecanlarla, kanıtlama ayrıcalığım oldu… Söz konusu şablona “Evrensel Maddde Mimarisi”, dedim… Literatürde böyle anılıyor (Universal Matter Architecture).   Kısacası şu ki, herhangi bir nesnenin bir iç dinamiği bulunuyor. Yani işte bir diatomik molekül, iki atomdan oluşuyor olup, salınıyor. Hareket R uzunluklu (diatomik molekül örneğinde, atomlar arasındaki mesafeyle, ya da işte, Hidrojen atomu örneğinde, protonla elektron arasındaki mesafeyle, betimlenebilecek olan), belli bir mekân içinde yapılanıyor. Hareketi taşıyan, belli bir kütle m, bulunuyor. Hareketin sergilediği belli bir zaman dilimi T, oluyor. Bunlar birbirleriyle, bence Kâinat’ın en temel sabiti olan, Planck sabiti h, vasıtasıyla ilişkileniyorlar:               T~mR2/h.   Şu işaret ~ , orantılıdır, anlamına geliyor… Orantı katsayısı, Hidrojen atomu örneğine, 4π2, oluyor; m, protonun kımıldamadığını varsayarsak, elektronun kütlesi, T ise, Bohr atom modeli itibariyle, elektronun proton etrafındaki dolanım süresi, oluyor…   Dahası; yukarıdaki bağıntı öyle bir bağıntı ki, elimizdeki nesne; hareket ettirilirse; ya da yer çekimi gibi, etkileşeceği belli bir alana taşınırsa; başına gelecek, uzunluk, kütle ve zaman birimi dönüşümleriyle, uyumlu kalabiliyor, oluyor… Ya da tersten söylersek, nesnenin söz konusu süreçlerde başına gelecek dönüşümler, yukarıdaki bağıntıyı beraberinde getiriyor…   Bu konuda dediğim gibi, çok yazdım… Meslekdaşlarımla birlikte çok yazdık… Burada, önceki çalışmalarımızı da topluca dikkate taşıyan, son bir çalışmamızı işaret etmekle yetiniyorum.[**]     Canlı   Yukarıda anlattığım, “Evrensel Madde Mimarisi”, Kâinat’ın bütünü için geçerli… Yine de, maddeden canlıya, yani kendi kendini kopyalayıp üretme özelliğini haiz nesnelere, geçiş, yerel koşulların olgunlaşmasını gerektiriyor.   Şurası bir vakıa ki, henüz laboratuvarda canlı oluşturulamadı. Şimşekler taklit edildi, yıldırımlar taklit edildi… Yine de olmadı, olmadı, olmadı… Olmaz demek değil bu, ama halen başarılamadı…   Evrim Kuramı’nın Babası Darwin dahi, bulguları zemininde, “maddeden canlıya geçişi”, ayrı tutmuş.[††]   Buna karşılık, epey yeni olarak, laboratuvarda, artık “yandan” diyeceğim (yani bakteri içerikleri kullanılarak), tek hücreli birşeyler oluşturulmuş olduğuna dair haberler ve araştırma bilgilerine rast gelmiş olabileceksinizdir.[‡‡],[§§] Söz konusu sonuçların ne anlama geldiğini, insanoğluna ne kazandıracağını, o arada hangi tehlikeleri barındırdığını, bu yazıda, bir tarafa bırakıyorum…   Kökte ise, işte, yeryüzünde, maddeden canlıya geçiş nasıl oldu, oradan bize kadar uzanan bir çizgi var mı yok mu, bu hala bir muamma… Yeterince uzun bir zaman dilimi yaşanmış olabilecek olsa, böylesi bir sürede, maddeden canlıya geçiş koşullarının sağlanabileceği öngörüsüyle, maddenin bize kadar örgütlenebileceği, kendini bize erişebilecek şekilde gitgide daha üst örgütlülük hallerine taşıyabileceğini, öngörebiliriz. Ancak aşağıda göreceğimiz şekliyle, o kadar çok, milyonlarca belki, milyarlarca seçenek söz konusu olabiliyor ve “Biz nereden geldik?”, sorusuna tam tatminkâr bir yanıt görülmüyor, henüz…   Her hal-u karda, bize kadar gelen çizgide, “bilgiyi”, Kâinat, evet içeriyor, oluyor.   Yukarıda alıntaladığım yazıda da telaffuz etmişim: Buna ilahî bir anlam atfetmeniz gerekmiyor, ancak ilahi bir anlam atfetmenize bir mani katiyen görülebiliyor, olmuyor.   Her şekilde “ilahi”, bence…   Başka bir deyişle, bizim varlığımıza ilişkin bilgi, biz olmadan mevcut bulunuyor. Bizimle beraber, cismen mevcut oluyor… Biz Dünya’yı terk ettikten sonra ise, yine mevcut bulunuyor, olacak…   Proton ve elektron, bir araya geldiklerinde Hidrojen atomu oluşuyor… Şu ki, proton ve elektronun bir arada değil, bir başlarına ve ayrı ayrı olduğu yerlerde dahi, Hidrojen atomuna ilişkin bilgi de, mevcut oluyor…   Hidrojen atomu meydana gelmişse, o bilgi, cismen mevcut…   Ancak Hidrojen atomu proton ve elektrona ayrışmışsa, Hidrojen atomuna ilişkin bilgi kaybolmuş olmuyor. Bu bilgi cismen olmasa da, evrende mevcut duruyor… Hatta bakın, elimizde, proton ve elektron olsa da olmasa da, Hidrojen atomu bilgisi mevcut oluyor…   Aynı bağlamda, iki Hidrojen atomu bir araya geldiklerinde, Hidrojen molekülü (H-H ya da işte H2), oluşuyor. Ancak H2’ye ilişkin bilgi, daha Hidrojen atomu mevcutken, Kâinat’ta var… Hatta ondan önce proton ve elektronla beraber var… Hatta hatta ondan dahi önce var… H2 oluşunca, cismen var… Molekül, bileşenlerine ayrışınca, olsun işte, yine var… H2, H-H’nın ayrışmasıyla evet, “ölebilir”… Ancak “bilgi” duruyor, oluyor…   Yuvarlak elli yıl kadar önce, dünyanın kozmik ve jeolojik oluşumuna dönük olarak hesap edilen sürenin, canlının yeryüzünde vücut bulmasına yetmeyebileceği öngörüsüyle, hayatın dünyaya dışarıdan, uzayda 4 milyon yıl kadar sağlıkla seyahat edebilecek bakteri sporları suretiyle taşınmış olabileceği tezi çalışılıyordu.[***],[†††]  Şimdilerde bu kuram çok kenarda kalmış görünüyor. Olsun, Yeryüzü’nde, hayatımızın, tam olarak sıfırdan vücut bulduğuna dair, kesine yakın kanıtlar yok elimizde…   Evrim   Evrim Kuramı;[‡‡‡] belli bir canlı türündeki gen özelliklerinin nesiller boyunca nasıl değiştiğini çalışan kuramdır. Bu noktada, “natürel seleksiyon”, yani “doğal seçilim” kavramını yontar. Ancak koşullara dayanabilecek olanlar türlerini sürdürebileceklerdir, ki, bir anlamda malumu ilandır, bu!.. Bu kurama göre bitkiler dahil, Dünya'daki tüm canlıların kökeni, kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır, ki bu sav da, bir bakıma malumu ilândır.   Evrim kuramı kapsamında, “Bir canlı türünün genetik yapısının, rastgele mutasyonlar, yani başkalaşmalar, yoluyla değişmesi”, savı da, ileri sürülmektedir. İlk bakışta, belli bir zaman dilimine yönelik olarak, böylesi bir sav da, malumu ilan sayılabilir.   Kurama göre, “Genlerdeki biteviye mutasyon,  göçler  veya çeşitli  türler arasında yatay  gen aktarımları sonucu, türün bireylerinde, yeni veya değişmiş özelliklerin ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten, temel etmendir”.   Kuram, “Dünya'daki 30 milyon kadar, çeşitli yaşam biçimlerinin, evrimsel sürecin bir sonucu” olduğunu ileri sürer. Bunlar arasında; “bir milimetrenin binde birinden kısa birinden bakteriler; sıcak su kaynaklarında kaynama sıcaklığına yakın derecelerde yaşayan başka tür bakteriler; yerden yüksekliği yüz metreyi, ağırlığı binlerce tonu bulan ağaçlar; buzullarda ya da  tuz göllerinde, sıfırın altında yirmi derece vivarındaki soğuklarda yaşayan su yosunları ve mantarlar; karanlık okyanus tabanlarındaki yerküremizin iç ısısını dışarıya aktaran çatlakların kenarlarında vücut bulmuş devasa boru kurtçukları; Everest Dağı'nın yamaçlarında, altı bin metre yükseklikte yaşayan hezaren çiçekleri”, sayılmaktadır.   Kuram; “Tüm canlıların, ortak atalardan geldiği” görüşünü kabul eder.   Buna göre, “İnsan ve tüm memeliler, 100 milyon yıl kadar önce yaşamış faremsi bir canlıdan evrimleşmiş olmaktadır”; kuşlar, sürüngenler, memeliler ve balıkların ortak atasının yaklaşık 500 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülür, ki, derinlemesine ispatlanması gereken bir sav, olmaktadır bu!..   Buna karşın, “evrim kuramı çalışan biyologlar evrimin bir olgu olduğunu gösteren varsayımları test etmekte ve geliştirmekteler”.   Bu çerçevede, evrim; "modern biyolojinin en önde gelen anlayışı, canlıların temel yönlerini anlamak için önemli bir kavram" olarak nitelendirilmektedir (ABD Ulusal Bilimler Akademisi 1991 Raporu).   Akademik gayretler, başta da geçmişimize dönük iz sürme çabaları, elbette çok saygıdeğerdir…   Şu ki, “evrim kuramı”, hayatın başladığı noktalara inmeyi hedef alsa da, başlıca, işte örneğin belli bir türü, iklim gibi koşulların, yol boyunca nasıl etkilediğini, çalışıyor. Ne, türler arası geçiş, eğer varsa, buraya giriyor, ne de belli bir türün, en başta da, “canlının” nasıl oluşmuş olabileceğine dair, bir açılım geliştirebiliyor…   Onun için, “evrim kuramının” belli belirsiz, “alternatif bir dinmiş” gibi takdim edilmesini, çok ilkel bulduğumu söylemekten kaçınmayacağım. Bu kurama gönül vermiş olanlar, semavî dinlere bağlılık taşımıyor olabilirler; saygı duyarım… Ancak, yekten “Bu, budur!” demeye, hiç kimse gibi, onlar da mezun değildir.   Kestirmeden söyleyeyim: “Güneş ışınlarının altında yatarsanız, yanarsınız”, iki, “kardeş” olarak, ancak  biri bahçenin daha çok Güneş gören kısmına, öteki azıcık Güneş gören kısmına dikilmiş ağaçtan, birincisi boylu poslu, serpilmiş, ötekisi ise bodur olarak çıkar, eyvallah ama, bu tür başkalaşmalar, ya da farklılaşmalar, son toplamda nereden geldiğimizi, benim gördüğüm, “kesin” olarak işaret etmekten, akla sığmayabilecek kadar uzak, düşmekteler… Bir de buradan, “dogmaya” (değişmez düşünce kalıplarına) sıçramak, hele bilim mürekkebi yalamış olan hiç kimseye, yakışmamaktadır…   Yeri geldi, söyleyeyim: “Tanrı’yı dayatmak” ile, “Tanrıtanımazlığı” dayatmak arasında, “matematik” açıdan hiç bir fark yoktur. Matematik ne ilkini ne ikincisini, kesin olarak ispat etmez, edemez… Netice itibariyle insan bir his, bir algı geliştiriyor ve ona mıknatıslanıyor… Yine de benim teknik hissimi sorarsanız, memnuniyetle ifade etmeyi dilerim ki, bir “keleklik ummanında” vücut bulmuş değiliz J) …   Yukarıda “Yaradan’a Varış” diye bir alt başlık, vardı… Hatırlayın… Bunun yanına, “Ya da, Yaradılış’a Varış”, diye, akademik terbiyemle daha uyumlu, olacağını düşündüğüm bir belirleme eklemiştim. Çıkarttım. Çünkü, bu konuda, yazı gelişirken belli olacağı şekliyle, yansız değilim… Aynı zamanda dayatmacı hiç olmadım…         Akıllı Tasarım   Akıllı Tasarım Kuramı,[§§§] evrimi varsaymakla beraber, gelişigüzellik ötesinde, hepimizi tasarlamış olacak bir “tasarımcıyı”, öne çekiyor… Aynı bağlamda, “Akıllı tasarım kuramını benimseyenler, çoğunlukla, bu tasarımın kimin tarafından yapıldığını açıklamaktan kaçınarak, herhangi bir tek tanrılı dinin tanrısını öne çekmeme konusunda özen göstermektedirler”.  Bu suretle, “akıllı tasarımın okullarda evrim teorisine bilimsel bir alternatif olarak okutulmasını sağlamaktadırlar”.  Hatırlanayacağı üzere, “Akıllı tasarımın önderliğinin yapıldığı ABD'de, örneğin, din propangadasının yapılması ve dinin yaygınlaştırılmaya çalışılması anayasaya aykırıdır”.   Her hal-u kârda, “Günümüz Evren Oluşum Bilgisi ile Uyumlu, Bütünsel bir Ahlak Sistemi”, başlıklı yazımın içeriği, “Evrensel Madde Mimarisi” ile beraber düşünüldüğünde, çok daha derin dokunmuş bir çerçevede karşımıza çıkıyor, düşüncesindeyim…   Geldiğimiz aşamada bu yazımdan, başka bir alıntıyla sürdürmek istiyorum, sözlerimi… Yoksa elinizdeki yazı, çok eksik kalacak!..   İnsanlık Tarihi de Kaostan, Kargaşadan Düzenlilik Üretiyor, Örneğin İnsan Haklarını Damıtıyor.   Yeryüzündeki, öncesi bir yana, en azından şöyle bir beş bin yıllık yazılı  insanlık tarihine baktığımız zaman, ne görüyoruz, bir baksanıza:   -   İnsanlık tarihi de, tıpkı kozmik ve galaktik süreçler gibi; tıpkı yeryüzünü; toprağı, bir bakıma, dirilterek cennete çevirircesine, kırları, çiçekleri meydana getiren süreçler gibi; çok acı, çok ızdırap, çok kahır, çok kan pahasına olsa da; itiş kakıştan, kavga gürültüden, işkenceden, zulümden, ama ağır ama aksak, insan haklarını dokuyor; insanlık tarihi de kaostan, insanoğlunun binlerce ve binlerce yıldır sergilediği vahşinin vahşisi, kargaşadan, düzenlilik üretiyor!   Tüyleri diken diken eden bir gelişme, bu!   Tarihte, hiç kuşkusuz, pek çok ileri geri, demarş (adım) var. Nedir ki son toplamda insanlık tarihi, kendini en soysuz, en vicdansız barbarlıklardan çözerek, insan haklarını, usul usul süzüyor ve kurumsallaştırıyor.   Tarihin bu trendine, "ilerici trend"  diyorum. Bu trend taa kozmik oluşumlardan, keza yeryüzünde bizleri var eden jeolojik ve biolojik süreçlerin hamurundan, kökler alıyor.   Bu açıdan "ilericiliği" şöyle tanımlıyorum:   -   Bizleri var eden kozmik ve doğal oluşumlarla, en nihayet aynı çizgiyi doğrulayan insanlık tarihinin işaret ettiği, enginlik ve esenliklerle kucaklaşıp özdeşleşmek.   Bu çerçevede tarihteki (bugün artık, oluşum özelliklerini yitirmiş olsalar bile), tüm ilerici hareketlere; tarihin seyir bağlamı, hatta günümüzdeki kitlesel hareketleri hala mıknatıslama yetenekleri itibariyle olsun, sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.   Kitleselleşmenin temel bir yoludur, bu.   Bu çizgiden olarak, tarihteki ya da günümüzdeki tüm özgürleşme ve demokratikleşme hareketlerine sahip çıkmalıyız... Mazlumların ve emeğin;  sömürüye ve emperyalizmaya  (gelişmiş devlet ve ekonomi odaklarının,  bilhassa az gelişmişlere yönelik boyundurukçu yaklaşımlarına) karşı, başkaldırısına, sahip çıkmalıyız...   Böyle bir mücadeleyi, dinsel, içtenlikli bir bazda sürdüren kitlesel hareketlere de (ortaya koyduğum ölçütlere uyuyorsa), muhakkak sahip çıkmalıyız.   Bütünsel Bir Ahlak Öğretisi   Buraya, nihayet, yukarıda işaret ettiğim “Günümüz Evren Oluşum Bilgisi İle Uyumlu,  Bütünsel Bir Ahlak Öğretisi” başlıklı yazımın son kısmını, almak istiyorum…   Herşeyi, asgari bir temel teoreme indirgemek, günümüzde hala çok bilim adamını, peşinden büyülenmelerle sürükleyen, önüne geçilemez bir “akademik tutkudur”.   Bu çizgide bulunuyor olarak; konuyla ilgili, epeydir yazdığım yazıları, keza pek çok yerde yaptığım konuşmaları, derli toplu bir biçimde özetlemeye çalışarak, milyarlarca yıllık bir perspektifte, bütünsel bir tabana oturduğuna, nihayet çevreci hareketin, geniş bir bağlamda ise  barışisterlerin  sarılması gerektiğine, her hal-u karda, gelecek yüzyıllarda yaygınlaşabileceğine inandığım, “kozmik bir inanç sistemini”, kısacık dikkatinize getirdim.   Bu benim, bir doğabilimci olarak, otuz küsur yılı aşkın bir süredir öğrendiklerim ve kaç türlü, acılı hayal kırıklıkları, kabuk değişimleri, hatta, "yeryüzünde, bir dizi anlamsız ve değersiz raslantılarla vücut bulmuş olabileceğimiz"  gibi, sözüm ona delikanlı  ama  primitif,  o nisbette de “ bilgi kofu”  olarak varılabilen,  yavan  bir hükümden dolayı, birçoğumuzun sergilediği türden yakalanılacak en iğneli amaçsızlık kabuslarında, biteviye yaptığım sentezin, sonuçta ise doğamla ve beni var eden   Doğayla  tanışıp sarmaşmanın  göz aydınlıkları içinde,  coşku meşaleleri yakan düşüncelerimin, bir ürünü...   Bu benim inancım... Ne güzel ki yerleşik dinlerin "manevi" (manaya, ilişkin) olarak tanımlayabileceğimiz özleriyle buluşan, ancak onları, pek çoğu güncel bilgilerimiz ve kavrayışımızla bağdaşmayan  sembollerinden  bir bakıma soyutlayarak,   üst bir bütünselliğe kavuşturabileceğini düşündüğüm, bir inanç  sistemi...   Unutmayın ki:   - Biz,  tabiat ananın yavrularıyız.  Tabiat ana ise,  kaostan  düzenlilik  dokuyan  kozmik süreçlerin ürünü.   Demek ki biz (son toplamda)  kaos ananın, yavrusun yavruları, küçük yavrularıyız; kozmik bilincin belki de en görkemli ereğiyiz.   Böyle bir idrak geliştirebilirsek (ordan geldik, burdan geldik, buraları geçince), o takdirde, yeryüzündeki yaşamımızla, davranışlarımızla; bizi var eden kozmik trendlerle nasıl buluşup, onlarla nasıl özdeşleşebileceğimizi de bilebiliriz.   Bunun, insan olmanın üst bir ereği olduğuna, inanıyorum.   Buradan, harika bir açılımla, bir erdem ve ahlak öğretisi biçimleyebileceğimize, ayrıca ve önemle dikkat çekmek isterim. Bu konuyu Fransızca olarak yayınlanmış olan, “Un Systeme de Croyance Cosmique” adlı yapıtımda bir ölçüde ayrıntılandırdığımı kaydedebilirim.[****]   Örneğin, (allahmuhafaza) adam öldürmek, idam dahil (kestirme bir deyişle, düzenlilikten kaos oluşturacağı, bunun için de bizi var eden güzelim kozmik trendlerle dehşetli bir zıtlık  oluşturacağı için),  bir “canilik”.  Adam öldüren birini  (onu idam etmenin tersine) tecrit edip, eğitmek ve iyileştirmeye çalışmaksa, bizi var eden kozmik trendlerin ululuğuna yükselmek demek oluyor.   Hayvan kesip yemek de aynı bağlamda, yazık ki, şer bir davranış olarak ortaya çıkıyor.Burada vejetaryenlerin (ot-oburların) ne denli derin bir duyarlılık geliştirdiklerini anlayabiliriz. Et-oburluğunuza, bir çırpıda son veremiyorsanız (doğrusu ben de henüz yamyamlığımdan, çocukluk alışkanlıklarımı bir türlü aşamadığım için, sıyrılabilmiş değilim); o zaman, bir ölçüde affedilebilir sayabileceğimiz için, midye yiyin; hadi olmadı (dikkate getirdiğim açıdan, günahınız bir parça artacak ama), balık yiyin; biraz daha büyük günahları  göze alarak, kuş, ördek,  tavuk, hindi yiyebilirsiniz;  daha daha büyük günahları göze alaraksa koyun, dana, v.s. de yiyebilirsiniz… Ama, zinhar, kuzu (yavru koyun) kesip yemeyin; çünkü onun, kırlarda sevinçle büyüyegiderken, kozmik trendler uzantısında kaostan düzenlilik oluşturma işlevi daha epey sürüyor olacaktır. Siz onu kesip yerseniz, onun bu işlevini  dumura uğratıyor, biriktiregeldiği, cânım güzellik ve düzenliliği ise, hemen çoğunlukla kaosa, karanlık, kirli bir çöpe çeviriyor, oluyorsunuz. Onun örneğin, proteininden yaralanıyorsunuz gerçi, ama, o proteini hem başka kaynaklardan edinebilirsiniz, hem de önemlisi, yaptığınız iş, esas itibariyle kesip yok edeceğiniz  o can  yavruya, hiç ama hiç değmiyor.   Aynı bir çerçevede, turfanda meyve yemek de hoş değil; çünkü turfanda meyvenin dalında, bir bakıma kozmik trendlerle bütünleşerek sürdürmekte olduğu işlev, siz onu dalından kopartmış olacağınız  için, tamamlanmış olmuyor. Meyveyi, sebzeyi, demek ki, dikkate getirdiğimiz bağlamda, dalından düşecek kadar olgunlaştıktan sonra, yemek, gerekiyor. (Bunda sonra da yemezseniz, zaten çürüyüp toprağa karışıyor. O nedenle, "Ee, canım madem kuzu kesmek yanlışmış, o zaman işte mesela, hıyar kesip yemek de yanlış olmuyor mu, yani?", türünden, açıkgöz bir sıçramayla ahkam kesmenin hiç bir manası olmuyor; çünkü,  olmuş hıyarı dalından  kopartıp yemezseniz, onun kaostan fazladan düzenlilik oluşturmasına destek veriyor olmuyorsunuz ki; o, olduktan sonra, dalında dursun durmasın, zaten çürümeye geçiyor.   Bir iki örnekle somutlaştırmaya çalıştığım böylesi bir öğretiye,  milyarlarca yıllık, kaç aşamalı görkem üstüne görkem sergileyen oluşumları, bir bir tarayarak, taa kozmik bilinçten hareketle ulaşmamız, hoş değil mi?   Kozmik bilinç, kendinin farkında olmayabilir. Ama ne göz kamaştırıcı ki, onun can verdiği insan bilinci, kozmik bilincin, bilincinde olabiliyor!..   Bu; kozmik bilincin,  bizi var etmenin ötesinde, bizimle beraber daha bir yücelmesi demek, olmaktadır, sanırım.   Şaşılacak görkemde bir gelişme!   Mesele her halde, bu olguyu idrak edip, birbirimize dönük, ya da çevre, canlılar ve nebatata dönük, yeryüzündeki her davranışımızla ona omuz vermeye geliyor.   Mutluluğumuzun mekanizması burada bulunuyor.   Sonuç   Yanlış bir yoruma mahal vermemek üzere, şu noktayı önemle belirtmeliyim:   Bu satırların yazarı, göreneklerimizin ve üstünde yaşadığımız toprakların, bir çocuğudur.   O nedenle, burada “alternatif bir din” öneriyor, katiyen değilim. Bu ne kadar böyleyse, evet (dinin yerine geçmeyecek, ancak) bize din yoluyla öğretilen önermeleri, bilhassa da ahlak yaptırımlarını öngörmemize, hatta giderek sınamamıza olanak bahşedecek, “tutarlı bir inanç sistemi” önerdiğim bir o kadar doğrudur.   Aynı bağlamda; şimdi ayrıntıya girmeyeyim; ancak işte, bize büyüklerimizin, bilgelerimizin, güzel davranışları olarak öğretilen davranışlardan, hangilerinin sahih (gerçek) olduğunu, hangilerinin ise, uydurma olduğunu; aynı doğrultuda, işte örneğin “insan hakları beyannamesindeki[††††] hangi yaptırımların has, hangilerini zorlama olduğunu, çıkartmamıza imkan bahşedecek; aynı bağlamda emekten yana bir ilericilik, çevre ve barış; buradan devam ederek, tutarlı bir hukuk tasavvur sistemi, sundum. Daha doğrusu, “Evrim” konusu, bizi bu noktaya getirdi. Yaptığımı yapmasam, yazı epey sönük ve kadük kalabilirdi.   Asıl önemlisi, ne “evrim” ne de “akıllı tasarım” kuramları, size burada sunduğum “bütüncül çerçeveyi” dokuyabilecek olmaktan, lafa sığmayacak kadar, uzakta görünmekteler…   Bu çerçevede, yazıyı aşağıda yer verdiğim sözlerimle, özetlemek istiyorum…   Evren, bir madde yığınağı ya da enerji deposundan ibaret değil. Sonlu olduğunu düşündüğümüz, madde ve enerji yanı sıra evrende,  bir de, bir nevi “mühendislik bilgisi”, bir “yapım yetisi”  Neyin nasıl oluşturulacağına dair bir bilgi, bir yeti bu...   Bizim varlığımıza ilişkin bilgi, biz olmadan mevcut bulunuyor. Bizimle beraber, cismen mevcut oluyor… Biz dünyayı terk ettikten sonra ise, yine mevcut bulunuyor, olacak…   Akademik gayretler, başta da geçmişimize dönük iz sürme çabaları, elbette çok saygıdeğerdir…     Şu ki, “evrim kuramı”, hayatın başladığı noktalara inmeyi hedef alsa da, başlıca, işte örneğin belli bir türü, iklim gibi koşulların, yol boyunca nasıl etkilediğini, çalışıyor. Ne, türler arası geçiş, eğer varsa (gördüğüm) buraya giriyor… Ne de belli bir türün, en başta da, tek hücreli canlının nasıl oluşmuş olabileceğine dair, belli bir açılım yontulabiliyor, oradan harekete……   Onun için, “evrim kuramının” belli belirsiz, “alternatif bir dinmiş” gibi takdim edilmesini, çok ilkel bulduğumu söylemekten kaçınmayacağım. Bu kurama gönül vermiş olanlar, semavî dinlere bağlılık taşımıyor olabilirler; saygı duyarım… Ancak, yekten “Bu, budur!” demeye, hiç kimse gibi, onlar da mezun değildir.   İnsanlık tarihi, tıpkı kozmik ve galaktik süreçler gibi; tıpkı yeryüzünü; toprağı, bir bakıma, dirilterek cennete çevirircesine, kırları, çiçekleri meydana getiren süreçler gibi; çok acı, çok ızdırap, çok kahır, çok kan pahasına olsa da; itiş kakıştan, kavga gürültüden, işkenceden, zulümden, ama ağır ama aksak, insan haklarını dokuyor; insanlık tarihi de kaostan, vahşinin vahşisi, binler ve binlerce yıllık bir kargaşadan, düzenlilik üretiyor!   Bu açıdan "ilericiliği"de şöyle tanımlıyorum:   -   Bizleri var eden kozmik ve doğal oluşumlarla, en nihayet aynı çizgiyi doğrulayan insanlık tarihinin işaret ettiği, enginlik ve esenliklerle kucaklaşıp özdeşleşmek.   Böylesi bir öğretiye,milyarlarca yıllık, kaç aşamalı görkem üstüne görkem sergileyen oluşumları, bir bir tarayarak, taa kozmik bilinçten hareketle ulaşmamız, hoş değil mi?   Kozmik bilinç, kendininfarkında olmayabilir. Ama ne göz kamaştırıcı ki, onun can verdiği insan bilinci, kozmik bilincin, bilincinde olabiliyor!..   Bu; kozmik bilincin, bizi var etmenin ötesinde, bizimle beraber, daha bir yücelmesi demek, oluyor.   Söz konusu bağlamda, insanoğlu, kendi evrimini, kendi eda etmekle yükümlü olmalıdır. Ve böylesi bir yaptırım, göreneğimizle gayet uyumludur, çünkü görenek “salak bir kaderciliğe” boyun eğmez.  Eğmez, çünkü eğmesi emredilse, “hesap günü” olmaz.   Evet, şu da ki, “insan aklı” hala daha ona can veren “kozmik bilincin” gerisindedir!..   “Doğal seleksiyon” yani seçilim sonrasındaki aşamada, demek ki, bir “ahlakî seçilim” gündemdedir; buna omuz vermemiz bir vecibedir, çünkü tavırsız inanç, inanç değildir, kof bir şekildir.   [*] http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php/arsiv/sayi-31-40/sayi-37-ocak-2013/611-kader-var-mi-determinizma-gorecelidir [†] T. Yarman, https://www.amazon.com/gp/product/B00C1JUSKA/ref=dbs_a_def_rwt_bibl_vppi_i2 [‡]  http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php/arsiv/sayi-31-40/sayi-33-insan-haklari-egitimi-ocak-2012/709-yaradan-a-varis-butunsel-bir-ahlak-ogretisi   [§] T. Yarman, A. Kholmetskii, Sketch of a Cosmological Model, Based on the Law of Eneregy Conservation, The European Physical Journal Plus, Volume 128, Article number: 8 (2013). [**] T. Yarman, N. Zaim, M. Arık,  A. Kholmetskii, O. Yarman, Diatomic molecules’ enigmatic constancy as the product of their dissociation energy and interatomic distance, Molecular Physics, 119, e1871087 (2021).     [††]  https://genesisfile.com/james-tour-the-origin-of-life-has-not-been-explained/?gclid=Cj0KCQiAy4eNBhCaARIsAFDVtI3SK8UsrvhPY1ssolbVuoMIybo-QW62YWthagnCZj1dGPfADR2dRrsaAhlgEALw_wcB [‡‡]  https://www.hurriyet.com.tr/dunya/laboratuvarda-ilk-yapay-canli-uretildi-14800979 [§§]  https://www.newscientist.com/article/2272899-artificial-life-made-in-lab-can-grow-and-divide-like-natural-bacteria/#:~:text=Artificial%20life%20made%20in%20lab%20can%20grow%20and%20divide%20like%20natural%20bacteria,-Life%2029%20March&text=SYNTHETIC%20cells%20made%20by%20combining,like%20most%20natural%20bacterial%20cells.&text=The%20cells%20were%20named%20JCVI%2Dsyn3. [***]  https://en.wikipedia.org/wiki/Panspermia [†††]  Gold, T., Cosmic Garbage, Air Force and Space Digest, 65, May 1960. [‡‡‡]  https://tr.wikipedia.org/wiki/Evrim [§§§]  https://tr.wikipedia.org/wiki/Ak%C4%B1ll%C4%B1_tasar%C4%B1m     [****] https://www.amazon.com/Syst%C3%A8me-Croyance-Cosmique-French-ebook/dp/B004CLYE1Y [††††]  https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/ Prof. Ahmet Ercan'ın Editörlüğü'nde, Sözcü'den çıkacak Evrim başlıklı kitapta yer verilmiş, yazıdır, yukarıdaki yazi... Beğeneceğinizi umarım... Hasretle... T. Yarman 04 Aralık 2021  İstanbul’un Siyasi Gazetesi  ]]>
Ekleme Tarihi: 04 Aralık 2021 - Cumartesi
Prof. Dr. Tolga Yarman

EVRİM HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORUM? YA DA NEREDEN GELDİK?

EVRİM HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORUM? YA DA NEREDEN GELDİK? YANITA BAKARAK BİR AHLAK ÖĞRETİSİ YONTABİLİR MİYİZ?   Prof. Dr. Tolga Yarman   Başlığı attıktan sonra, baktım, zihnimde, Diderot’nun “Jacques le Fataliste et son Maître”/ “Kaderci Jacques ve Hocası”, başlıklı kitabında yer alan, “Est-ce que l’on sait où l’on va?”/  “Nereye gittiğimizi biliyor muyuz ki?”, tekerlemesi, çağrışıp duruyor… Diderot vari, nereye gittiğimizi bilemiyorsak, nereden geldiğimizi de tam bilemeyiz J) … Bu durumda, “kadercilik”, “belirsizlikte” boğuluyor, oluveriyor J) …   Determinizma Görecelidir!   Kaderciliğin belirsizlikte boğuluyor olması sorunu, başlı başına bir sorun… Benim buna cevabımsa açık:   Determinizma Görecelidir.[*]   Kısacası:   Dışarıdan bakıldığında belli bir öznenin davranışlarının, “kestirilebilecek” olmasının, bu öznenin kendi davranış sisteminde hiç bir önemi kalmamaktadır. Özne, dışarıdan bakıldığında “belirlenmiş” olabilir. Ama o, “kendi sisteminde”, iradesinin hükmünü icra eden, müdahil, yani (belirlenmiş değil), “belirleyen” olandır. O halde, işte, belirlenmiş, ya da kestirilebilir olmak, referans sistemine göre değişmektedir.   Veya, tam da bu sebeple: -  Determinizma görecelidir!   Yani “kelek bir kestirimciliği”, bir tarafa bırakalı J), yıllar oldu…   Bu bağlamda:   İnsanoğlu, kendi evrimini, kendi eda eder…   Bu noktaya yazının sonunda yine geleceğim… Nedir ki bu kadarcığını söylemek, elbette yeterli olmaz… Çünkü, “kâmil insan”, kâmil olmadan da insandır. Sürece bakan bilim adamı açısından, insan, insan olmadan, neydi pekiyi?   Bu noktada, bir kitabımdan,[†] daha doğrusu, onun Türkçesi’nden,[‡] bir alıntı yapmayı diliyorum:   Yaradan’a Varış   Evren, on beş milyar yıl kadar önceki "büyük bir patlamayla" şekillenmeye koyulmuş. Bunun böyle olduğuna dair bulgular var.   Burada bir “parantez” açıyorum:   Gerçi, daha sonra, 2013 itibariyle, bir “evren yaradılış modeli” yazdık ve yayınladık.[§]   Buna göre, ne “büyük bir patlama” var, ne de “patlama” oluyor… Yumuşak bir biçimde, daha doğrusu sıfır hızla, ancak, yerçekimi ivmesinin yuvarlak milyarda biri gibi, minik bir ivmelenmeyle başlayan bir çözülme oluyor. İvme giderek azalmakla beraber, genişlemeyi ivmelendiriyor ve bizden, en uzaktaki cisimlerin, ışık hızına yakın hızlarla kaçması sonucunu beraberinde getiriyor… Ayrıca işte, gözlenmekte olan, kâinatın (evrenin), dışından, sanki çekiliyormuşçasına, ivmelenerek genişlemesi sürecini doğuruyor. Bu, ne kadar böyle olsa da, aşağıda söylenenleri, etkilemiyor…   “Parantezi” burada kapatıyor, alıntıya dönüyorum…   Bana, "Ondan önce ne vardı?" ya da "Büyük patlama neden olmuş?" diye sormayın. Bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Bu konuda çeşitli kuramlar yok değil. Ama buralara, girmeyeceğim.   "Büyük patlamadan" sonra, gerçekte "sonlu" olduğunu düşündüğümüz "madde", biteviye ve gitgide daha geniş hacimleri, ölümcülleşe-gidecek karanlık ve ıssızlıklarda tutmak gerekirken; evrende gayet ilginç gelişmeler meydana gelmiş. Madde bir defa, gravitasyonel çekim yasasından dolayı galaktik topaklanmalar meydana getirmiş.  Bu çerçevede, bizim içinde olduğumuz Samanyolu Galaksisi (Samanyolu Gökadası) gibi, milyarlarca galaktik bulut, oluşmuş.   Sonra sonra, her galaktik bulut içinde, yine gravitasyonel çekim yasasından dolayı, "yıldız filizleri" meydana gelmiş; buralardan da, ayrıntısına giremeyeceğimiz biçimde, her galakside,  milyarlarca yıldız oluşmuş.   Samanyolu'nda,  bildiğimizce,  yuvarlak  iki yüz milyar yıldız var.  Güneşimiz bunlardan biri. Orta boy bir yıldız. Galaksimiz'in, kenarına doğru bir yerlerde.   Demek ki,  Samanyolu gibi, daha milyarlarca galaksi var. Bunların her birinde ise, Güneşimiz gibi, milyarlarca yıldız yer alıyor.   Bir fikir vermek için belirteyim. Samanyolu Galaksisi "tepsi ekmeği" gibi, çok kabaca, bir düzlem üzerinde yer alıyor. Bu düzlem yüz bin ışık yılı genişlikte. Yani bizim galaksiyi, bir baştan bir başa, eğer ışık hızında seyredebilirseniz, yüz bin yılda geçebilirsiniz. Işığın, diğer taraftan, uzayda saniyede üç yüz bin kilometre katettiğini, belirteyim. Yani ışık hızında olarak, Dünya ile Ay arasındaki mesafeyi, hepsi hepsi, bir saniyede alabiliyorsunuz.   "Bizim galaksimizin görünüşü" için, "tepsi ekmeği gibi", dedimdi; şunu da ekleyeyim, o (tabanı yüz bin ışık yılı genişlikteki) "tepsinin kalınlığı", yaklaşık bin ışık yılı olmakta!   Evren, sonlu fakat sınırsız bir mekan, olarak biliniyor. Maddenin, içinde yer aldığı evren hacminin çapı, yuvarlak otuz milyar ışık yılı. Yani, evreni bir baştan bir başa, eğer ışık hızında seyredebilecek olursanız, otuz milyar yılda katedebiliyorsunuz. Tabii, bu zaman zarfında (hiç öyle değil ama), evrenin durağan kaldığını varsayarsanız...   Akıllara durgunluk verici, değil mi?..   -   Pekiyi, evrenin, dışında ne var?, diye de, sormayın. Çünkü evreni, içinde maddenin bulunduğu mekânla sınırlı sayıyoruz. Dolayısıyla "evrenin dışı" gibi bir kavram, tanımsız kalıyor.   Geçen akşam (1995’te bir akşam) bu anlattıklarımı,  Ozancım (Oğlum),  dili döndüğünce, Köln'de bizi konuk eden Sevgili Hüseyin Ünal'a anlatıyordu. Hüseyin bana döndü, Hocam, dedi:   -   Bütün bunlar herhalde tam biliniyor olamaz; milyarlarca ışık yılı mesafedeki, ondan da vazgeçtik, örneğin birkaç ışık yılı uzaklıktaki, yıldızların, böylesi uzaklıklarda olduğunu tam nasıl bilebiliriz; dolayısıyla “bilimsel” bir kisve altında dikkate getirilmek istenen şunca öykü, başka türlü bir “dayatmanın” kesitleri olmuyor mu, yani !, dedi.   Tabii burada enine boyuna ayrıntıya girme şansım  yok, ama, hiç öyle değil.   Pek çok şeyi, gerçekten, fevkalade hoş, gayet basit ve akılcı, bu açıdan heyecan verici, insan ve insanlık  açısından ise, soylu ve onur bahşeden yaklaşımlarla, türetebiliyor, sınayabiliyorsunuz.   Miniminnacık bir örnek olarak; daha yuvarlak iki bin iki yüz yıl evvel, Dünyamız'ın yarıçapını, fevkalade çarpıcı bir gözlem uzantısında ve hepsi hepsi İskenderiye ile, bunun sekiz yüz kilometre  kadar güneyindeki bir kasabanın arasını adımlayarak hesap ediveren Eratostenes'in yaklaşımını, dikkatinize getirebilirim.   Onun gördüğü; İskenderiye'de yazın, öğleüstü, Güneş’in, dikine duran, örneğin bir sopanın, dibine, az olmakla beraber, yine de gölge düşürdüğü; buna karşılıksa, İskenderiye'nin, sekiz yüz yüz kilometre kadar güneyindeki, söz konusu mevkide, Güneş’in, aynı sıralarda, yine  dikine duran, işte bir sopanın dibine (güneş ışınları burada tam tepeleme geldiği için) gölge düşürmediği; işte, hepsi, bu!   Bundan sonrası ise Eratostenes için çocuk oyuncağı olmuş:   Öğleüstü, İskenderiye'de dikine duran sopa ile (bunun gölgesinin uzunluğu ve yüksekliğine bakıp), güneş ışınlarının yaptığı küçük açıyı ölçmek; bir de İskenderiye ile, buranın güneyinde aynı vakitte, cisimlerin gölgesiz olduğu kasaba arasını (muhakkak pek çok terleyerek), adımlamak; şimdilerde ilkokul düzeyinde dahi bilinen  elemanter  geometri bilgisine başvurunca, Eratostenes'e, Dünya'nın çapını, kendi adımları cinsinden, bir çırpıda bulgulama şansını bahşedivermiş!..       Fevkalade basit trigonometrik tekniklerle, ilk bakışta inanılmaz güzellikte sayılacak, astronomik sonuçlar çıkartmak mümkündür. Gözle görülebilen yıldızların bize olan uzaklıklarını; üçgenleme dediğimiz (basit) bir hesaplama yöntemiyle, gayet hassas bir şekilde belirlemek olanaklıdır.   Çok çok daha büyük, milyonlarca, milyarlarca ışık yılı tutarındaki evrensel uzaklıkları, burada anlatamayacağım astrofiziksel tekniklerle belirlemek de olanaklıdır.   Dolayısıyla, dikkate getirdiklerime, hiç kuşkusuz "mülahazat hanesini" (çekince  aralığını) açık bırakarak, ama, güvenebilirsiniz.   Kaldığımız yerden devam edelim.   Sırada "yıldızların hayatı" var.   Burada kısacık olsun, bir astrofizik (yıldızfiziği) bahsi açabilsem, ne iyi olurdu. Ne yazık ki bunu da yapamayacağım.   Şu kadarını söyleyebiliyorum:   Yıldızların da bir hayatı var. Yıldızlar;  galaktik bir bulut içinde, bu bulutu oluşturan hidrojen atomlarının, "kaotik" diyebileceğimiz, "cazibe merkezleri” dolayında  "gravitasyonel çekim yasası" uyarınca, "yumaklanması" ile, oluşmaya koyuluyorlar.    "Gravitasyonel çekim yasası" uyarınca yumaklanan hidrojen atomlarının çekirdekleri, birbirlerine,  kaynaşacak (nükleer füzyon yapabilecek)  kadar yakınlaşıyor;  başka bir deyişle, birbirlerine santimetrenin yüz milyonda birinin yüz binde biri, yani bir atom çekirdeği boyutu kadar sokuluyor; böylelikle, çekirdekler arası çekim kuvvetleri yürürlüğe girince, kaynaşıyorlar. Buradan en önce, helyum atom çekirdekleri çıkıyor. Ayrıca büyük bir enerji  (füzyon enerjisi)  çıkıyor. Öylesine büyük bir enerji ki, avuç içi kadar (sıvı) hidrojenden, Keban Barajımız'ın  bir yıl boyunca üretebileceği enerji kadar çok füzyon enerjisi, elde edilebilir, oluyor.   Yıldızlar; söz konusu nükleer tepkime çerçevesinde yaşama geçtikten sonra, milyarlarca yıl süreyle yaşıyorlar... Sonra sonra ise, büyüklüklerine bağlı olarak, kozmik felaket sayılacak patlamalı dönüşümlerle,  müteakip evrelerini yaşamaya geçiyorlar. İçlerinde bu sonraki evrelerde,  helyum ötesi atom çekirdekleri; hafif atom çekirdeklerinin (nükleer) kaynaşması sonucu oluşuyor...   Daha daha sonra ise  ölüyorlar; uzayda, pek bir  iç etkinliği kalmamış  olan, gök cisimleri olup çıkıyorlar.   Bizim yıldızımız  Güneş,  halen  beş milyar yaşında. Durun, hemen öyle korkmayın; Güneşimiz'in, öngörülebildiği kadarıyla, yaklaşık beş milyar yıllık ömrü daha var!..   Ayrıntıyı bir yana bırakarak devam edelim...   Bir yıldızın, sözünü ettiğimiz evre dönüşümleri sürecinde, çevresinde gayet zor bir aşamayı işaret etmekle  beraber, gezegenler oluşabiliyor.   Uzatmayalım (yani on – onbeş milyar yılı, on – onbeş satırı aşmadan anlatmaya çalışalım, demek istiyorum), gezegenlerde ise, canlılar ve üst düzeyde hayat oluşabiliyor.   Nereden nereye!..    Büyük patlamadan ve başlangıçta biteviye artacakmış gibi duran kaostan (kargaşa ve dağınıklıktan), evrensel keşmekeşten, galaktik topaklanmalara... Galaksiler içinde yıldız yumaklanmalarına...    Sonra yıldızların çevresinde, kaç türlü, kozmik felaket  niteliğinde yıldız gümbürtüleri, patlamaları ve dönüşümleriyle  ve oldukça az olasılıkla, gezegen oluşumlarına...    Sonra sonra bu gezegenlerde, daha daha, olmayacak denecek kadar az bir olasılıkla, yaşam belirtilerinin, en nihayet demek ki, kahır üstüne kahırlı milyarlarca yıllık kozmik (evrensel), galaktik (gökadasal), astrofizik (yıldızsal), jeolojik (gezegensel) ve biyolojik (yaşamsal)  uğraş uzantısında, üst yaşamın ortaya çıkmasına...   Bunun adına:   - Doğa kaostan, kargaşadan, düzenlilik yaratıyor, diyorum.   Farkında mısınız? İşte bir çiçek; hava, su ve ışıkla, yani Güneşimiz'le yoğrulmuş olarak, inanılmaz bir görkemde “düzenlenmiş topraktan”, başka bir şey değil.   Doğa bunu başarmayı biliyor.    Çiçeğin tohumundaki kurgu, toprağı (hava, su ve Güneş enerjisi katkısını sağlayabilerek), şaşılacak  biçimde  çiçek  olarak düzenliyor.  Doğa,  tabii  en  evvel, gezegenimizde  darma dağınık topraktan, milyarlarca yıllık çabalarla, o çiçeğin tohumunu, oluşturmayı  biliyor.   Müthiş bir şey!..   Buna, herhangi bir ilahi anlam atfediyor değilim; ama  ilahi bir anlam atfetmenize bir engel, görüyor da, değilim.   Evren, biliyor musuz, bir madde yığınağı ya da enerji deposundan ibaret değil. Sonlu  olduğunu düşündüğümüz, madde ve enerji yanı sıra, evrende  bir de, bir nevi “mühendislik bilgisi”, bir “yapım yetisi” mevcut. Neyin nasıl oluşturulacağına dair bir bilgi, bir yeti bu...   İşte örneğin, iki hidrojen atomu uzayda ayrı ayrı, avare avare dolaşırlarken, birbirlerine rastlarlarsa, adeta cümbüşler içinde, bir hidrojen molekülünü nasıl oluşturacaklarını, biliyorlar.   Daha  oracıkta;  aslında demek ki daha, büyük patlama sonrası, galaktik topaklanmalar  sürecinde; Dünyamız da, Dünyamız’daki kırlar da, çiçekler de, kuzular da, biz de,  milyarlarca  yıllık belalı kozmik kaosların en gazaplı süreçlerinden süzüle süzüle, hayatiyet bulmaya koyuluyoruz.   İnanılmaz, bir şey değil mi?   Evrenin; kendini bilsin yahut bilmesin, bir bilinci var. Bu bir kozmik bilinç.   Belki kendi kendinin farkında olmayan, ancak bilinçli bir bilinci, yani bizi, nasıl oluşturabileceği bilgi ve yetisine sahip bir bilinç.   Evrensel Madde Mimarisi   Yukarıdaki satırları; evveliyatını da dikkate alırsanız, çeyrek asır, hatta otuz yıl, olmuş yazalı… Bütününü okumanızı muhakkak öneririm… (Aşağıda, aynı yazıdan, bir alıntı daha yapacağım.)   Aktardıklarımı vakt-i zamanında düşündükçe, giderek yazdıkça, çok ferahlamıştım… Çünkü, görünen oydu ki, kompakt (sıkışık) bir halden, başlayıp, madde sonsuza, tozlaşmaya yüz tutmuş olarak dağılıyor, gitgide daha daha da çok işlevsizleşiyordu… Ancak yerçekimi kuvvetinden başlayarak, kuvvetler, öteki türlü “umutsuz gidişata”, paçasından asılıyor ve son toplamda belli bir “düzenliliği” beraberinde getiriyordu… Ayrıntıya giremeyeceğim… Şu ki, söz konusu düzenliliğin, bir şablonu olmak gerekiyordu… Yıllarım, bu şablonu araştırmakla geçirdim… Sonra sonra, pek çok makalede, söz konusu şablonun, maddenin hemen her aşamasında, yani işte nükleer dünyada, atom dünyasında, moleküller dünyasında, pek muhtemelen nükleer altı dünyada, giderek kozmik dünyada, geçerli olduğunu, çalışma arkadaşlarımla beraber, heyecanlarla, kanıtlama ayrıcalığım oldu… Söz konusu şablona “Evrensel Maddde Mimarisi”, dedim… Literatürde böyle anılıyor (Universal Matter Architecture).   Kısacası şu ki, herhangi bir nesnenin bir iç dinamiği bulunuyor. Yani işte bir diatomik molekül, iki atomdan oluşuyor olup, salınıyor. Hareket R uzunluklu (diatomik molekül örneğinde, atomlar arasındaki mesafeyle, ya da işte, Hidrojen atomu örneğinde, protonla elektron arasındaki mesafeyle, betimlenebilecek olan), belli bir mekân içinde yapılanıyor. Hareketi taşıyan, belli bir kütle m, bulunuyor. Hareketin sergilediği belli bir zaman dilimi T, oluyor. Bunlar birbirleriyle, bence Kâinat’ın en temel sabiti olan, Planck sabiti h, vasıtasıyla ilişkileniyorlar:               T~mR2/h.   Şu işaret ~ , orantılıdır, anlamına geliyor… Orantı katsayısı, Hidrojen atomu örneğine, 4π2, oluyor; m, protonun kımıldamadığını varsayarsak, elektronun kütlesi, T ise, Bohr atom modeli itibariyle, elektronun proton etrafındaki dolanım süresi, oluyor…   Dahası; yukarıdaki bağıntı öyle bir bağıntı ki, elimizdeki nesne; hareket ettirilirse; ya da yer çekimi gibi, etkileşeceği belli bir alana taşınırsa; başına gelecek, uzunluk, kütle ve zaman birimi dönüşümleriyle, uyumlu kalabiliyor, oluyor… Ya da tersten söylersek, nesnenin söz konusu süreçlerde başına gelecek dönüşümler, yukarıdaki bağıntıyı beraberinde getiriyor…   Bu konuda dediğim gibi, çok yazdım… Meslekdaşlarımla birlikte çok yazdık… Burada, önceki çalışmalarımızı da topluca dikkate taşıyan, son bir çalışmamızı işaret etmekle yetiniyorum.[**]     Canlı   Yukarıda anlattığım, “Evrensel Madde Mimarisi”, Kâinat’ın bütünü için geçerli… Yine de, maddeden canlıya, yani kendi kendini kopyalayıp üretme özelliğini haiz nesnelere, geçiş, yerel koşulların olgunlaşmasını gerektiriyor.   Şurası bir vakıa ki, henüz laboratuvarda canlı oluşturulamadı. Şimşekler taklit edildi, yıldırımlar taklit edildi… Yine de olmadı, olmadı, olmadı… Olmaz demek değil bu, ama halen başarılamadı…   Evrim Kuramı’nın Babası Darwin dahi, bulguları zemininde, “maddeden canlıya geçişi”, ayrı tutmuş.[††]   Buna karşılık, epey yeni olarak, laboratuvarda, artık “yandan” diyeceğim (yani bakteri içerikleri kullanılarak), tek hücreli birşeyler oluşturulmuş olduğuna dair haberler ve araştırma bilgilerine rast gelmiş olabileceksinizdir.[‡‡],[§§] Söz konusu sonuçların ne anlama geldiğini, insanoğluna ne kazandıracağını, o arada hangi tehlikeleri barındırdığını, bu yazıda, bir tarafa bırakıyorum…   Kökte ise, işte, yeryüzünde, maddeden canlıya geçiş nasıl oldu, oradan bize kadar uzanan bir çizgi var mı yok mu, bu hala bir muamma… Yeterince uzun bir zaman dilimi yaşanmış olabilecek olsa, böylesi bir sürede, maddeden canlıya geçiş koşullarının sağlanabileceği öngörüsüyle, maddenin bize kadar örgütlenebileceği, kendini bize erişebilecek şekilde gitgide daha üst örgütlülük hallerine taşıyabileceğini, öngörebiliriz. Ancak aşağıda göreceğimiz şekliyle, o kadar çok, milyonlarca belki, milyarlarca seçenek söz konusu olabiliyor ve “Biz nereden geldik?”, sorusuna tam tatminkâr bir yanıt görülmüyor, henüz…   Her hal-u karda, bize kadar gelen çizgide, “bilgiyi”, Kâinat, evet içeriyor, oluyor.   Yukarıda alıntaladığım yazıda da telaffuz etmişim: Buna ilahî bir anlam atfetmeniz gerekmiyor, ancak ilahi bir anlam atfetmenize bir mani katiyen görülebiliyor, olmuyor.   Her şekilde “ilahi”, bence…   Başka bir deyişle, bizim varlığımıza ilişkin bilgi, biz olmadan mevcut bulunuyor. Bizimle beraber, cismen mevcut oluyor… Biz Dünya’yı terk ettikten sonra ise, yine mevcut bulunuyor, olacak…   Proton ve elektron, bir araya geldiklerinde Hidrojen atomu oluşuyor… Şu ki, proton ve elektronun bir arada değil, bir başlarına ve ayrı ayrı olduğu yerlerde dahi, Hidrojen atomuna ilişkin bilgi de, mevcut oluyor…   Hidrojen atomu meydana gelmişse, o bilgi, cismen mevcut…   Ancak Hidrojen atomu proton ve elektrona ayrışmışsa, Hidrojen atomuna ilişkin bilgi kaybolmuş olmuyor. Bu bilgi cismen olmasa da, evrende mevcut duruyor… Hatta bakın, elimizde, proton ve elektron olsa da olmasa da, Hidrojen atomu bilgisi mevcut oluyor…   Aynı bağlamda, iki Hidrojen atomu bir araya geldiklerinde, Hidrojen molekülü (H-H ya da işte H2), oluşuyor. Ancak H2’ye ilişkin bilgi, daha Hidrojen atomu mevcutken, Kâinat’ta var… Hatta ondan önce proton ve elektronla beraber var… Hatta hatta ondan dahi önce var… H2 oluşunca, cismen var… Molekül, bileşenlerine ayrışınca, olsun işte, yine var… H2, H-H’nın ayrışmasıyla evet, “ölebilir”… Ancak “bilgi” duruyor, oluyor…   Yuvarlak elli yıl kadar önce, dünyanın kozmik ve jeolojik oluşumuna dönük olarak hesap edilen sürenin, canlının yeryüzünde vücut bulmasına yetmeyebileceği öngörüsüyle, hayatın dünyaya dışarıdan, uzayda 4 milyon yıl kadar sağlıkla seyahat edebilecek bakteri sporları suretiyle taşınmış olabileceği tezi çalışılıyordu.[***],[†††]  Şimdilerde bu kuram çok kenarda kalmış görünüyor. Olsun, Yeryüzü’nde, hayatımızın, tam olarak sıfırdan vücut bulduğuna dair, kesine yakın kanıtlar yok elimizde…   Evrim   Evrim Kuramı;[‡‡‡] belli bir canlı türündeki gen özelliklerinin nesiller boyunca nasıl değiştiğini çalışan kuramdır. Bu noktada, “natürel seleksiyon”, yani “doğal seçilim” kavramını yontar. Ancak koşullara dayanabilecek olanlar türlerini sürdürebileceklerdir, ki, bir anlamda malumu ilandır, bu!.. Bu kurama göre bitkiler dahil, Dünya'daki tüm canlıların kökeni, kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır, ki bu sav da, bir bakıma malumu ilândır.   Evrim kuramı kapsamında, “Bir canlı türünün genetik yapısının, rastgele mutasyonlar, yani başkalaşmalar, yoluyla değişmesi”, savı da, ileri sürülmektedir. İlk bakışta, belli bir zaman dilimine yönelik olarak, böylesi bir sav da, malumu ilan sayılabilir.   Kurama göre, “Genlerdeki biteviye mutasyongöçler  veya çeşitli  türler arasında yatay  gen aktarımları sonucu, türün bireylerinde, yeni veya değişmiş özelliklerin ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten, temel etmendir”.   Kuram, “Dünya'daki 30 milyon kadar, çeşitli yaşam biçimlerinin, evrimsel sürecin bir sonucu” olduğunu ileri sürer. Bunlar arasında; “bir milimetrenin binde birinden kısa birinden bakteriler; sıcak su kaynaklarında kaynama sıcaklığına yakın derecelerde yaşayan başka tür bakteriler; yerden yüksekliği yüz metreyi, ağırlığı binlerce tonu bulan ağaçlar; buzullarda ya da  tuz göllerinde, sıfırın altında yirmi derece vivarındaki soğuklarda yaşayan su yosunları ve mantarlar; karanlık okyanus tabanlarındaki yerküremizin iç ısısını dışarıya aktaran çatlakların kenarlarında vücut bulmuş devasa boru kurtçuklarıEverest Dağı'nın yamaçlarında, altı bin metre yükseklikte yaşayan hezaren çiçekleri”, sayılmaktadır.   Kuram; “Tüm canlıların, ortak atalardan geldiği” görüşünü kabul eder.   Buna göre, “İnsan ve tüm memeliler, 100 milyon yıl kadar önce yaşamış faremsi bir canlıdan evrimleşmiş olmaktadır”; kuşlarsürüngenler, memeliler ve balıkların ortak atasının yaklaşık 500 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülür, ki, derinlemesine ispatlanması gereken bir sav, olmaktadır bu!..   Buna karşın, “evrim kuramı çalışan biyologlar evrimin bir olgu olduğunu gösteren varsayımları test etmekte ve geliştirmekteler”.   Bu çerçevede, evrim; "modern biyolojinin en önde gelen anlayışı, canlıların temel yönlerini anlamak için önemli bir kavram" olarak nitelendirilmektedir (ABD Ulusal Bilimler Akademisi 1991 Raporu).   Akademik gayretler, başta da geçmişimize dönük iz sürme çabaları, elbette çok saygıdeğerdir…   Şu ki, “evrim kuramı”, hayatın başladığı noktalara inmeyi hedef alsa da, başlıca, işte örneğin belli bir türü, iklim gibi koşulların, yol boyunca nasıl etkilediğini, çalışıyor. Ne, türler arası geçiş, eğer varsa, buraya giriyor, ne de belli bir türün, en başta da, “canlının” nasıl oluşmuş olabileceğine dair, bir açılım geliştirebiliyor…   Onun için, “evrim kuramının” belli belirsiz, “alternatif bir dinmiş” gibi takdim edilmesini, çok ilkel bulduğumu söylemekten kaçınmayacağım. Bu kurama gönül vermiş olanlar, semavî dinlere bağlılık taşımıyor olabilirler; saygı duyarım… Ancak, yekten “Bu, budur!” demeye, hiç kimse gibi, onlar da mezun değildir.   Kestirmeden söyleyeyim: “Güneş ışınlarının altında yatarsanız, yanarsınız”, iki, “kardeş” olarak, ancak  biri bahçenin daha çok Güneş gören kısmına, öteki azıcık Güneş gören kısmına dikilmiş ağaçtan, birincisi boylu poslu, serpilmiş, ötekisi ise bodur olarak çıkar, eyvallah ama, bu tür başkalaşmalar, ya da farklılaşmalar, son toplamda nereden geldiğimizi, benim gördüğüm, “kesin” olarak işaret etmekten, akla sığmayabilecek kadar uzak, düşmekteler… Bir de buradan, “dogmaya” (değişmez düşünce kalıplarına) sıçramak, hele bilim mürekkebi yalamış olan hiç kimseye, yakışmamaktadır…   Yeri geldi, söyleyeyim: “Tanrı’yı dayatmak” ile, “Tanrıtanımazlığı” dayatmak arasında, “matematik” açıdan hiç bir fark yoktur. Matematik ne ilkini ne ikincisini, kesin olarak ispat etmez, edemez… Netice itibariyle insan bir his, bir algı geliştiriyor ve ona mıknatıslanıyor… Yine de benim teknik hissimi sorarsanız, memnuniyetle ifade etmeyi dilerim ki, bir “keleklik ummanında” vücut bulmuş değiliz J) …   Yukarıda “Yaradan’a Varış” diye bir alt başlık, vardı… Hatırlayın… Bunun yanına, “Ya da, Yaradılış’a Varış”, diye, akademik terbiyemle daha uyumlu, olacağını düşündüğüm bir belirleme eklemiştim. Çıkarttım. Çünkü, bu konuda, yazı gelişirken belli olacağı şekliyle, yansız değilim… Aynı zamanda dayatmacı hiç olmadım…         Akıllı Tasarım   Akıllı Tasarım Kuramı,[§§§] evrimi varsaymakla beraber, gelişigüzellik ötesinde, hepimizi tasarlamış olacak bir “tasarımcıyı”, öne çekiyor… Aynı bağlamda, “Akıllı tasarım kuramını benimseyenler, çoğunlukla, bu tasarımın kimin tarafından yapıldığını açıklamaktan kaçınarak, herhangi bir tek tanrılı dinin tanrısını öne çekmeme konusunda özen göstermektedirler”.  Bu suretle, “akıllı tasarımın okullarda evrim teorisine bilimsel bir alternatif olarak okutulmasını sağlamaktadırlar”.  Hatırlanayacağı üzere, “Akıllı tasarımın önderliğinin yapıldığı ABD'de, örneğin, din propangadasının yapılması ve dinin yaygınlaştırılmaya çalışılması anayasaya aykırıdır”.   Her hal-u kârda, “Günümüz Evren Oluşum Bilgisi ile Uyumlu, Bütünsel bir Ahlak Sistemi”, başlıklı yazımın içeriği, “Evrensel Madde Mimarisi” ile beraber düşünüldüğünde, çok daha derin dokunmuş bir çerçevede karşımıza çıkıyor, düşüncesindeyim…   Geldiğimiz aşamada bu yazımdan, başka bir alıntıyla sürdürmek istiyorum, sözlerimi… Yoksa elinizdeki yazı, çok eksik kalacak!..   İnsanlık Tarihi de Kaostan, Kargaşadan Düzenlilik Üretiyor, Örneğin İnsan Haklarını Damıtıyor.   Yeryüzündeki, öncesi bir yana, en azından şöyle bir beş bin yıllık yazılı  insanlık tarihine baktığımız zaman, ne görüyoruz, bir baksanıza:   -   İnsanlık tarihi de, tıpkı kozmik ve galaktik süreçler gibi; tıpkı yeryüzünü; toprağı, bir bakıma, dirilterek cennete çevirircesine, kırları, çiçekleri meydana getiren süreçler gibi; çok acı, çok ızdırap, çok kahır, çok kan pahasına olsa da; itiş kakıştan, kavga gürültüden, işkenceden, zulümden, ama ağır ama aksak, insan haklarını dokuyor; insanlık tarihi de kaostan, insanoğlunun binlerce ve binlerce yıldır sergilediği vahşinin vahşisi, kargaşadan, düzenlilik üretiyor!   Tüyleri diken diken eden bir gelişme, bu!   Tarihte, hiç kuşkusuz, pek çok ileri geri, demarş (adım) var. Nedir ki son toplamda insanlık tarihi, kendini en soysuz, en vicdansız barbarlıklardan çözerek, insan haklarını, usul usul süzüyor ve kurumsallaştırıyor.   Tarihin bu trendine, "ilerici trend"  diyorum. Bu trend taa kozmik oluşumlardan, keza yeryüzünde bizleri var eden jeolojik ve biolojik süreçlerin hamurundan, kökler alıyor.   Bu açıdan "ilericiliği" şöyle tanımlıyorum:   -   Bizleri var eden kozmik ve doğal oluşumlarla, en nihayet aynı çizgiyi doğrulayan insanlık tarihinin işaret ettiği, enginlik ve esenliklerle kucaklaşıp özdeşleşmek.   Bu çerçevede tarihteki (bugün artık, oluşum özelliklerini yitirmiş olsalar bile), tüm ilerici hareketlere; tarihin seyir bağlamı, hatta günümüzdeki kitlesel hareketleri hala mıknatıslama yetenekleri itibariyle olsun, sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.   Kitleselleşmenin temel bir yoludur, bu.   Bu çizgiden olarak, tarihteki ya da günümüzdeki tüm özgürleşme ve demokratikleşme hareketlerine sahip çıkmalıyız... Mazlumların ve emeğin;  sömürüye ve emperyalizmaya  (gelişmiş devlet ve ekonomi odaklarının,  bilhassa az gelişmişlere yönelik boyundurukçu yaklaşımlarına) karşı, başkaldırısına, sahip çıkmalıyız...   Böyle bir mücadeleyi, dinsel, içtenlikli bir bazda sürdüren kitlesel hareketlere de (ortaya koyduğum ölçütlere uyuyorsa), muhakkak sahip çıkmalıyız.   Bütünsel Bir Ahlak Öğretisi   Buraya, nihayet, yukarıda işaret ettiğim “Günümüz Evren Oluşum Bilgisi İle Uyumlu,  Bütünsel Bir Ahlak Öğretisi” başlıklı yazımın son kısmını, almak istiyorum…   Herşeyi, asgari bir temel teoreme indirgemek, günümüzde hala çok bilim adamını, peşinden büyülenmelerle sürükleyen, önüne geçilemez bir “akademik tutkudur”.   Bu çizgide bulunuyor olarak; konuyla ilgili, epeydir yazdığım yazıları, keza pek çok yerde yaptığım konuşmaları, derli toplu bir biçimde özetlemeye çalışarak, milyarlarca yıllık bir perspektifte, bütünsel bir tabana oturduğuna, nihayet çevreci hareketin, geniş bir bağlamda ise  barışisterlerin  sarılması gerektiğine, her hal-u karda, gelecek yüzyıllarda yaygınlaşabileceğine inandığım, “kozmik bir inanç sistemini”, kısacık dikkatinize getirdim.   Bu benim, bir doğabilimci olarak, otuz küsur yılı aşkın bir süredir öğrendiklerim ve kaç türlü, acılı hayal kırıklıkları, kabuk değişimleri, hatta, "yeryüzünde, bir dizi anlamsız ve değersiz raslantılarla vücut bulmuş olabileceğimiz"  gibi, sözüm ona delikanlı  ama  primitif,  o nisbette de “ bilgi kofu”  olarak varılabilen,  yavan  bir hükümden dolayı, birçoğumuzun sergilediği türden yakalanılacak en iğneli amaçsızlık kabuslarında, biteviye yaptığım sentezin, sonuçta ise doğamla ve beni var eden   Doğayla  tanışıp sarmaşmanın  göz aydınlıkları içinde,  coşku meşaleleri yakan düşüncelerimin, bir ürünü...   Bu benim inancım... Ne güzel ki yerleşik dinlerin "manevi" (manaya, ilişkin) olarak tanımlayabileceğimiz özleriyle buluşan, ancak onları, pek çoğu güncel bilgilerimiz ve kavrayışımızla bağdaşmayan  sembollerinden  bir bakıma soyutlayarak,   üst bir bütünselliğe kavuşturabileceğini düşündüğüm, bir inanç  sistemi...   Unutmayın ki:   - Biz,  tabiat ananın yavrularıyız.  Tabiat ana ise,  kaostan  düzenlilik  dokuyan  kozmik süreçlerin ürünü.   Demek ki biz (son toplamda)  kaos ananın, yavrusun yavruları, küçük yavrularıyız; kozmik bilincin belki de en görkemli ereğiyiz.   Böyle bir idrak geliştirebilirsek (ordan geldik, burdan geldik, buraları geçince), o takdirde, yeryüzündeki yaşamımızla, davranışlarımızla; bizi var eden kozmik trendlerle nasıl buluşup, onlarla nasıl özdeşleşebileceğimizi de bilebiliriz.   Bunun, insan olmanın üst bir ereği olduğuna, inanıyorum.   Buradan, harika bir açılımla, bir erdem ve ahlak öğretisi biçimleyebileceğimize, ayrıca ve önemle dikkat çekmek isterim. Bu konuyu Fransızca olarak yayınlanmış olan, “Un Systeme de Croyance Cosmique” adlı yapıtımda bir ölçüde ayrıntılandırdığımı kaydedebilirim.[****]   Örneğin, (allahmuhafaza) adam öldürmek, idam dahil (kestirme bir deyişle, düzenlilikten kaos oluşturacağı, bunun için de bizi var eden güzelim kozmik trendlerle dehşetli bir zıtlık  oluşturacağı için),  bir “canilik”.  Adam öldüren birini  (onu idam etmenin tersine) tecrit edip, eğitmek ve iyileştirmeye çalışmaksa, bizi var eden kozmik trendlerin ululuğuna yükselmek demek oluyor.   Hayvan kesip yemek de aynı bağlamda, yazık ki, şer bir davranış olarak ortaya çıkıyor.Burada vejetaryenlerin (ot-oburların) ne denli derin bir duyarlılık geliştirdiklerini anlayabiliriz. Et-oburluğunuza, bir çırpıda son veremiyorsanız (doğrusu ben de henüz yamyamlığımdan, çocukluk alışkanlıklarımı bir türlü aşamadığım için, sıyrılabilmiş değilim); o zaman, bir ölçüde affedilebilir sayabileceğimiz için, midye yiyin; hadi olmadı (dikkate getirdiğim açıdan, günahınız bir parça artacak ama), balık yiyin; biraz daha büyük günahları  göze alarak, kuş, ördek,  tavuk, hindi yiyebilirsiniz;  daha daha büyük günahları göze alaraksa koyun, dana, v.s. de yiyebilirsiniz… Ama, zinhar, kuzu (yavru koyun) kesip yemeyin; çünkü onun, kırlarda sevinçle büyüyegiderken, kozmik trendler uzantısında kaostan düzenlilik oluşturma işlevi daha epey sürüyor olacaktır. Siz onu kesip yerseniz, onun bu işlevini  dumura uğratıyor, biriktiregeldiği, cânım güzellik ve düzenliliği ise, hemen çoğunlukla kaosa, karanlık, kirli bir çöpe çeviriyor, oluyorsunuz. Onun örneğin, proteininden yaralanıyorsunuz gerçi, ama, o proteini hem başka kaynaklardan edinebilirsiniz, hem de önemlisi, yaptığınız iş, esas itibariyle kesip yok edeceğiniz  o can  yavruya, hiç ama hiç değmiyor.   Aynı bir çerçevede, turfanda meyve yemek de hoş değil; çünkü turfanda meyvenin dalında, bir bakıma kozmik trendlerle bütünleşerek sürdürmekte olduğu işlev, siz onu dalından kopartmış olacağınız  için, tamamlanmış olmuyor. Meyveyi, sebzeyi, demek ki, dikkate getirdiğimiz bağlamda, dalından düşecek kadar olgunlaştıktan sonra, yemek, gerekiyor. (Bunda sonra da yemezseniz, zaten çürüyüp toprağa karışıyor. O nedenle, "Ee, canım madem kuzu kesmek yanlışmış, o zaman işte mesela, hıyar kesip yemek de yanlış olmuyor mu, yani?", türünden, açıkgöz bir sıçramayla ahkam kesmenin hiç bir manası olmuyor; çünkü,  olmuş hıyarı dalından  kopartıp yemezseniz, onun kaostan fazladan düzenlilik oluşturmasına destek veriyor olmuyorsunuz ki; o, olduktan sonra, dalında dursun durmasın, zaten çürümeye geçiyor.   Bir iki örnekle somutlaştırmaya çalıştığım böylesi bir öğretiye,  milyarlarca yıllık, kaç aşamalı görkem üstüne görkem sergileyen oluşumları, bir bir tarayarak, taa kozmik bilinçten hareketle ulaşmamız, hoş değil mi?   Kozmik bilinç, kendinin farkında olmayabilir. Ama ne göz kamaştırıcı ki, onun can verdiği insan bilinci, kozmik bilincin, bilincinde olabiliyor!..   Bu; kozmik bilincin,  bizi var etmenin ötesinde, bizimle beraber daha bir yücelmesi demek, olmaktadır, sanırım.   Şaşılacak görkemde bir gelişme!   Mesele her halde, bu olguyu idrak edip, birbirimize dönük, ya da çevre, canlılar ve nebatata dönük, yeryüzündeki her davranışımızla ona omuz vermeye geliyor.   Mutluluğumuzun mekanizması burada bulunuyor.   Sonuç   Yanlış bir yoruma mahal vermemek üzere, şu noktayı önemle belirtmeliyim:   Bu satırların yazarı, göreneklerimizin ve üstünde yaşadığımız toprakların, bir çocuğudur.   O nedenle, burada “alternatif bir din” öneriyor, katiyen değilim. Bu ne kadar böyleyse, evet (dinin yerine geçmeyecek, ancak) bize din yoluyla öğretilen önermeleri, bilhassa da ahlak yaptırımlarını öngörmemize, hatta giderek sınamamıza olanak bahşedecek, “tutarlı bir inanç sistemi” önerdiğim bir o kadar doğrudur.   Aynı bağlamda; şimdi ayrıntıya girmeyeyim; ancak işte, bize büyüklerimizin, bilgelerimizin, güzel davranışları olarak öğretilen davranışlardan, hangilerinin sahih (gerçek) olduğunu, hangilerinin ise, uydurma olduğunu; aynı doğrultuda, işte örneğin “insan hakları beyannamesindeki[††††] hangi yaptırımların has, hangilerini zorlama olduğunu, çıkartmamıza imkan bahşedecek; aynı bağlamda emekten yana bir ilericilik, çevre ve barış; buradan devam ederek, tutarlı bir hukuk tasavvur sistemi, sundum. Daha doğrusu, “Evrim” konusu, bizi bu noktaya getirdi. Yaptığımı yapmasam, yazı epey sönük ve kadük kalabilirdi.   Asıl önemlisi, ne “evrim” ne de “akıllı tasarım” kuramları, size burada sunduğum “bütüncül çerçeveyi” dokuyabilecek olmaktan, lafa sığmayacak kadar, uzakta görünmekteler…   Bu çerçevede, yazıyı aşağıda yer verdiğim sözlerimle, özetlemek istiyorum…   Evren, bir madde yığınağı ya da enerji deposundan ibaret değil. Sonlu olduğunu düşündüğümüz, madde ve enerji yanı sıra evrende,  bir de, bir nevi “mühendislik bilgisi”, bir “yapım yetisi”  Neyin nasıl oluşturulacağına dair bir bilgi, bir yeti bu...   Bizim varlığımıza ilişkin bilgi, biz olmadan mevcut bulunuyor. Bizimle beraber, cismen mevcut oluyor… Biz dünyayı terk ettikten sonra ise, yine mevcut bulunuyor, olacak…   Akademik gayretler, başta da geçmişimize dönük iz sürme çabaları, elbette çok saygıdeğerdir…     Şu ki, “evrim kuramı”, hayatın başladığı noktalara inmeyi hedef alsa da, başlıca, işte örneğin belli bir türü, iklim gibi koşulların, yol boyunca nasıl etkilediğini, çalışıyor. Ne, türler arası geçiş, eğer varsa (gördüğüm) buraya giriyor… Ne de belli bir türün, en başta da, tek hücreli canlının nasıl oluşmuş olabileceğine dair, belli bir açılım yontulabiliyor, oradan harekete……   Onun için, “evrim kuramının” belli belirsiz, “alternatif bir dinmiş” gibi takdim edilmesini, çok ilkel bulduğumu söylemekten kaçınmayacağım. Bu kurama gönül vermiş olanlar, semavî dinlere bağlılık taşımıyor olabilirler; saygı duyarım… Ancak, yekten “Bu, budur!” demeye, hiç kimse gibi, onlar da mezun değildir.   İnsanlık tarihi, tıpkı kozmik ve galaktik süreçler gibi; tıpkı yeryüzünü; toprağı, bir bakıma, dirilterek cennete çevirircesine, kırları, çiçekleri meydana getiren süreçler gibi; çok acı, çok ızdırap, çok kahır, çok kan pahasına olsa da; itiş kakıştan, kavga gürültüden, işkenceden, zulümden, ama ağır ama aksak, insan haklarını dokuyor; insanlık tarihi de kaostan, vahşinin vahşisi, binler ve binlerce yıllık bir kargaşadan, düzenlilik üretiyor!   Bu açıdan "ilericiliği"de şöyle tanımlıyorum:   -   Bizleri var eden kozmik ve doğal oluşumlarla, en nihayet aynı çizgiyi doğrulayan insanlık tarihinin işaret ettiği, enginlik ve esenliklerle kucaklaşıp özdeşleşmek.   Böylesi bir öğretiye,milyarlarca yıllık, kaç aşamalı görkem üstüne görkem sergileyen oluşumları, bir bir tarayarak, taa kozmik bilinçten hareketle ulaşmamız, hoş değil mi?   Kozmik bilinç, kendininfarkında olmayabilir. Ama ne göz kamaştırıcı ki, onun can verdiği insan bilinci, kozmik bilincin, bilincinde olabiliyor!..   Bu; kozmik bilincin, bizi var etmenin ötesinde, bizimle beraber, daha bir yücelmesi demek, oluyor.   Söz konusu bağlamda, insanoğlu, kendi evrimini, kendi eda etmekle yükümlü olmalıdır. Ve böylesi bir yaptırım, göreneğimizle gayet uyumludur, çünkü görenek “salak bir kaderciliğe” boyun eğmez.  Eğmez, çünkü eğmesi emredilse, “hesap günü” olmaz.   Evet, şu da ki, “insan aklı” hala daha ona can veren “kozmik bilincin” gerisindedir!..   “Doğal seleksiyon” yani seçilim sonrasındaki aşamada, demek ki, bir “ahlakî seçilim” gündemdedir; buna omuz vermemiz bir vecibedir, çünkü tavırsız inanç, inanç değildir, kof bir şekildir.   [*] http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php/arsiv/sayi-31-40/sayi-37-ocak-2013/611-kader-var-mi-determinizma-gorecelidir [†] T. Yarman, https://www.amazon.com/gp/product/B00C1JUSKA/ref=dbs_a_def_rwt_bibl_vppi_i2 [‡]  http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php/arsiv/sayi-31-40/sayi-33-insan-haklari-egitimi-ocak-2012/709-yaradan-a-varis-butunsel-bir-ahlak-ogretisi   [§] T. Yarman, A. Kholmetskii, Sketch of a Cosmological Model, Based on the Law of Eneregy Conservation, The European Physical Journal Plus, Volume 128, Article number: 8 (2013). [**] T. Yarman, N. Zaim, M. Arık,  A. Kholmetskii, O. Yarman, Diatomic molecules’ enigmatic constancy as the product of their dissociation energy and interatomic distance, Molecular Physics, 119, e1871087 (2021).     [††]  https://genesisfile.com/james-tour-the-origin-of-life-has-not-been-explained/?gclid=Cj0KCQiAy4eNBhCaARIsAFDVtI3SK8UsrvhPY1ssolbVuoMIybo-QW62YWthagnCZj1dGPfADR2dRrsaAhlgEALw_wcB [‡‡]  https://www.hurriyet.com.tr/dunya/laboratuvarda-ilk-yapay-canli-uretildi-14800979 [§§]  https://www.newscientist.com/article/2272899-artificial-life-made-in-lab-can-grow-and-divide-like-natural-bacteria/#:~:text=Artificial%20life%20made%20in%20lab%20can%20grow%20and%20divide%20like%20natural%20bacteria,-Life%2029%20March&text=SYNTHETIC%20cells%20made%20by%20combining,like%20most%20natural%20bacterial%20cells.&text=The%20cells%20were%20named%20JCVI%2Dsyn3. [***]  https://en.wikipedia.org/wiki/Panspermia [†††]  Gold, T., Cosmic Garbage, Air Force and Space Digest, 65, May 1960. [‡‡‡]  https://tr.wikipedia.org/wiki/Evrim [§§§]  https://tr.wikipedia.org/wiki/Ak%C4%B1ll%C4%B1_tasar%C4%B1m     [****] https://www.amazon.com/Syst%C3%A8me-Croyance-Cosmique-French-ebook/dp/B004CLYE1Y [††††]  https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/ Prof. Ahmet Ercan'ın Editörlüğü'nde, Sözcü'den çıkacak Evrim başlıklı kitapta yer verilmiş, yazıdır, yukarıdaki yazi... Beğeneceğinizi umarım... Hasretle... T. Yarman 04 Aralık 2021  İstanbul’un Siyasi Gazetesi  ]]>
Yazıya ifade bırak !

Diğer Yazıları

27
Mayıs
28
Ekim
28
Mayıs
15
Şubat
05
Eylül