Bu dağlar olmasaydı…

ÖZEL HABER 25.09.2023 - 19:37, Güncelleme: 25.09.2023 - 19:37 11556+ kez okundu.
 

Bu dağlar olmasaydı…

Bizim coğrafyamız sadece mekânsal değil, aynı zaman ruhsaldır. Hatta daha çok ruhsal yanı güçlüdür.

Yusuf Yavuz   Bu yüzden ağacın-suyun, taşın-toprağın, kuşun-yaprağın ruhu; aynı coğrafyayı paylaşan insanın ruhuyla bir olduğunda; bülbül havalanıp yüksekten uçar, allı gelin taş başını yol eyler, ördek gelir su başını göl eyler…     Bu hafta içinde, Sultandağları’nın eteklerinde, Afyonkarahisar’ın Çay ilçesi ve yöredeki köylerde olacağız. Yöre insanıyla ekmeği ve suyu bölüşecek, dağların, suların, insanların hafızasına kulak vereceğiz… Sultandağları, Orta Anadolu coğrafyasının güneyinde, Toroslara uzanan koluyla halaya durmuş heybetli bir dağ silsilesi. İki yakasında göller, sulak alanlar ve sayısız biyoçeşitlilik barındırır. Dağın eteklerine yakın Türkmen yerleşimlerinde halk hala çocuklarına kuş adları koyar; Balaban, Şahin, Doğan… Kızlarına hala çiçek isimleri koyar; Nergis, Lale, Gül, Menekşe… Yaşadığı coğrafyadan bağımsız bir nefes alması düşünülemeyen bu toprakların insanı, köklerine ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı bir yaşam süregeldi. Bu aslında Luviler’den, Hititler’den, Frigler’den beri hep böyle.   Eber Gölü kıyısında, hiyeroglifli Luvi yazıtının bulunduğu höyüğe, Oğuz Ata’nın adının verilmesi yalnızca bir tesadüfle açıklanamaz. Toprak, su, hava ve hepsinin kaynağını aldığı dağlar bu coğrafyanın kültürlerinde kutsal sayılıp korundu.   En önemlisi de bütün bu değerlerin tanrısal bir ruhu olduğuna inanılarak saygıyla karşılık bir korku duyuldu. Göllerin kıyısında her yıl kurbanlar keserek kötülüklerden arınmak isteyen Anadolu insanı, göllerin yuttuğu insanları hep tanrıların aldığını düşündü. Başına geleni yaptığı bir hataya, işlediği bir kusura bağladı… Bugünün insanı suya, toprağa ve havaya saygı duymadığı gibi, kibir içinde ve doğanın gücünden, heybetinden korkmuyor da. Kendi dışındaki gerçeküstü olaylara ve içi boş kavramlara inanma konusunda bütün zamanların insanından daha geride olan bu günün insanı göllerin kurumasını, dağların tarumar edilmesini, suların kirlenip yok olmasının sorumluluğunu hep başka yerde arıyor. Kendi attığı her adımın bilinen sona doğru giden yolu yakınlaştırdığını görmüyor. Bu yüzden yıkımın hem seyircisi hem ortağı olan; bununla da yetinmeyip üstüne bir de yıkımı, yağmayı savunan bir kitle yaratıldı.   Bu durum en çok yıkımdan, yağmadan, herkesin ortak değeri olanı, kurdun kuşun, otun böceğin kısmetini tek başına oturup bir çırpıda yiyerek yok etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor; yağma değirmenine su taşıyor.   Uzunca bir süredir Anadolu coğrafyası bu zihniyetin yaratıp beslediği ve her cephede savunuculuğunu yaptığı yağma düzenine maruz kalıyor. Ancak tüm bu olumsuz tabloya rağmen umudu ve yıkıma karşı direnci büyüten bir halkımız da var… Toprağa, suya, doğaya ve yaşama bağlı bir hayat süren ve bunu köklerinde taşıdığı kültürden alan bu coğrafyanın insanı her türlü bilgi kirliliğine, her türlü büyüme ve gelişme masalına karşın coğrafyasını koruma mücadelesi veriyor.   Yukarıdan bakınca Afyonkarahisar, Isparta ve Konya illerinin sınırlarını birbirine tutturan kocaman bir çatal iğne gibi duran Sultandağları da son yıllarda bu yağma saldırısının hedefinde. Zengin dağ ekosistemleri ve su kaynaklarının yanında gölleri, sulak alanları ve verimli ovaları besleyerek tarımsal üretimin zenginleşmesini sağlayan Sultandağları’nın bir yanında elma ve kiraz, bir yanında mis kokulu çilek ve domates üretiliyor. Ovalarında buğday, haşhaş ve yulaf, bağlarında üzüm, badem ve ceviz…   Son yıllarda dağın iki yakasında ve her üç ilin sınırlarında yer alan topraklarda yaşayan halk, dişiyle tırnağıyla didinerek büyük bir emekle bu ülke için, bugünü yarına ulamak için üretiyor.   Keçisinden koyununa, ineğinden mandasına, aspir’inden fiğ’ine, bulgurundan düğ’üne… Sultandağları’nı kuşatan madencilik ruhsatları kısa vadeli kazançlar uğruna binlerce yılda doğanın oluşturduğu su-iklim-toprak ve biyolojik çeşitlilik döngüsünü geri dönüşümsüz şekilde bozuyor. Bunun örnekleri ülkenin hemen her yerinde görünür halde…   1980’lerden sonra hızlanan bir göçle boşalan kırsal, bu dönemde biraz da koşulların dayatmasıyla yeniden canlanabilecek ve üretim görülmedik ölçüde canlanabilecek durumda ancak ülkedeki arazi parçalanması, plansızlık ve vahşi madenciliğin önünü koşulsuzca açan uygulamalar bu büyük fırsatı göz göre göre yok ediyor.   Türkiye’nin hemen her bölgesinde her türlü olumsuzluğa karşın üretmeyi sürdüren insanımızı baş tacı yapmak gerekiyor. Onlar en iyi bildiği işi yapıyor, sevdiği ve kendini ayrı düşünmediği toprağına bağlı. Ancak sorun, her dönemde sıklıkla değişen ve adeta deneme tahtasına dönen kamu idaresinde ve bunu yönlendiren siyasi erkte.   Tamamen siyaset üstü tutulması gereken stratejik bir konu olan tarımsal üretim, bütüncül arazi planlaması ve toprak koruma konusunu bu dönemde hala tartışıyor olmamız ve hala bunun öneminden bahsediyor oluşumuz, en az 50 yıllık bir geç kalmışlığın sonucudur. Bütün bunları çözmüş ve tartışmıyor olsaydık bugün yalnızca Sultandağları’nın iki yakasındaki coğrafyada yapılan üretim tek başına Hollanda’nın tarımsal potansiyeline eş değer bir bilanço yaratabilirdi.   Bu topraklar sadece mühendislik hesaplarıyla ölçülecek bir coğrafya değil. Bu dağlar sadece Ankara’dan ruhsat verilerek yıkıma uğratılacak bir doğal miras değil. Bu sular, yalnızca Dünya Bankası’nın kredi ve hibeleriyle bağımlı üretim modelleri için projelendirilecek bir doğal varlık değil. Bu taşlar, bu madenler, bu tuzlar sadece şirketlerin kasasını dolduracağı birer meta değil. Bu halkı içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu coğrafyadan koparırsanız, yarın o coğrafyayı koruyacak tek bir kimseyi bulamazsınız. Bir düşünün, bu dağların adı neden Sultandağı, neden Emirdağ, bu gölün adı neden Eber; bu Türkmen obaları neden çocuklarına hala kuş adlarını veriyor? Neden bu dağlarda, bu ovalarda, yaylalarda Ana-Baba mezarları var, neden ata kültü bu topraklarda hala tüm canlılığıyla yaşıyor. Bu yüzden Sultandağları’ndaki madenci yıkımına karşı yöre halkından yüzlerce kişinin bilinçle ve hukukla karşı durması çok önemlidir…   Bugünün ekonomik döngüsünün yaslandığı doğa yıkıcı döngü, kendi bindiği dalı da kesercesine ilerliyor. Doğanın ve insanın hiçe sayıldığı hiç bir model ekonomik değildir, bugüne kadar da olmadı.   Sultandağları Anadolu coğrafyasının özellikli bir parçasıdır. Bu değerli parçayı geleceği düşünmeden bugünü kurtarma uğruna yok etmek, atasından kalan mirası hoyratça harcayanların yaptığına benzer. Bu hoyratlık hepimizin geleceğinden çalıyor. Bu hafta içinde Sultandağları’nın eteklerinde, Afyonkarahisar’ın Çay İlçesi ve yöredeki köylerde olacağız. Yöre insanıyla ekmeği ve suyu bölüşecek, dağların, suların, insanların hafızasına kulak vereceğiz… Dağların, toprağın ve suların hafızası bizim ortak hikâyemizi anlatır hep…
Bizim coğrafyamız sadece mekânsal değil, aynı zaman ruhsaldır. Hatta daha çok ruhsal yanı güçlüdür.
Yusuf Yavuz
 
Bu yüzden ağacın-suyun, taşın-toprağın, kuşun-yaprağın ruhu; aynı coğrafyayı paylaşan insanın ruhuyla bir olduğunda; bülbül havalanıp yüksekten uçar, allı gelin taş başını yol eyler, ördek gelir su başını göl eyler…
 
 
Bu hafta içinde, Sultandağları’nın eteklerinde, Afyonkarahisar’ın Çay ilçesi ve yöredeki köylerde olacağız. Yöre insanıyla ekmeği ve suyu bölüşecek, dağların, suların, insanların hafızasına kulak vereceğiz…

Sultandağları, Orta Anadolu coğrafyasının güneyinde, Toroslara uzanan koluyla halaya durmuş heybetli bir dağ silsilesi.
İki yakasında göller, sulak alanlar ve sayısız biyoçeşitlilik barındırır.
Dağın eteklerine yakın Türkmen yerleşimlerinde halk hala çocuklarına kuş adları koyar; Balaban, Şahin, Doğan…
Kızlarına hala çiçek isimleri koyar; Nergis, Lale, Gül, Menekşe…

Yaşadığı coğrafyadan bağımsız bir nefes alması düşünülemeyen bu toprakların insanı, köklerine ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı bir yaşam süregeldi.
Bu aslında Luviler’den, Hititler’den, Frigler’den beri hep böyle.
 
Eber Gölü kıyısında, hiyeroglifli Luvi yazıtının bulunduğu höyüğe, Oğuz Ata’nın adının verilmesi yalnızca bir tesadüfle açıklanamaz. Toprak, su, hava ve hepsinin kaynağını aldığı dağlar bu coğrafyanın kültürlerinde kutsal sayılıp korundu.

 

En önemlisi de bütün bu değerlerin tanrısal bir ruhu olduğuna inanılarak saygıyla karşılık bir korku duyuldu. Göllerin kıyısında her yıl kurbanlar keserek kötülüklerden arınmak isteyen Anadolu insanı, göllerin yuttuğu insanları hep tanrıların aldığını düşündü. Başına geleni yaptığı bir hataya, işlediği bir kusura bağladı…

Bugünün insanı suya, toprağa ve havaya saygı duymadığı gibi, kibir içinde ve doğanın gücünden, heybetinden korkmuyor da.
Kendi dışındaki gerçeküstü olaylara ve içi boş kavramlara inanma konusunda bütün zamanların insanından daha geride olan bu günün insanı göllerin kurumasını, dağların tarumar edilmesini, suların kirlenip yok olmasının sorumluluğunu hep başka yerde arıyor.
Kendi attığı her adımın bilinen sona doğru giden yolu yakınlaştırdığını görmüyor.
Bu yüzden yıkımın hem seyircisi hem ortağı olan; bununla da yetinmeyip üstüne bir de yıkımı, yağmayı savunan bir kitle yaratıldı.
 
Bu durum en çok yıkımdan, yağmadan, herkesin ortak değeri olanı, kurdun kuşun, otun böceğin kısmetini tek başına oturup bir çırpıda yiyerek yok etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor; yağma değirmenine su taşıyor.
 
Uzunca bir süredir Anadolu coğrafyası bu zihniyetin yaratıp beslediği ve her cephede savunuculuğunu yaptığı yağma düzenine maruz kalıyor.
Ancak tüm bu olumsuz tabloya rağmen umudu ve yıkıma karşı direnci büyüten bir halkımız da var…
Toprağa, suya, doğaya ve yaşama bağlı bir hayat süren ve bunu köklerinde taşıdığı kültürden alan bu coğrafyanın insanı her türlü bilgi kirliliğine, her türlü büyüme ve gelişme masalına karşın coğrafyasını koruma mücadelesi veriyor.
 

Yukarıdan bakınca Afyonkarahisar, Isparta ve Konya illerinin sınırlarını birbirine tutturan kocaman bir çatal iğne gibi duran Sultandağları da son yıllarda bu yağma saldırısının hedefinde.

Zengin dağ ekosistemleri ve su kaynaklarının yanında gölleri, sulak alanları ve verimli ovaları besleyerek tarımsal üretimin zenginleşmesini sağlayan Sultandağları’nın bir yanında elma ve kiraz, bir yanında mis kokulu çilek ve domates üretiliyor. Ovalarında buğday, haşhaş ve yulaf, bağlarında üzüm, badem ve ceviz…
 
Son yıllarda dağın iki yakasında ve her üç ilin sınırlarında yer alan topraklarda yaşayan halk, dişiyle tırnağıyla didinerek büyük bir emekle bu ülke için, bugünü yarına ulamak için üretiyor.
 
Keçisinden koyununa, ineğinden mandasına, aspir’inden fiğ’ine, bulgurundan düğ’üne…
Sultandağları’nı kuşatan madencilik ruhsatları kısa vadeli kazançlar uğruna binlerce yılda doğanın oluşturduğu su-iklim-toprak ve biyolojik çeşitlilik döngüsünü geri dönüşümsüz şekilde bozuyor.
Bunun örnekleri ülkenin hemen her yerinde görünür halde…
 
1980’lerden sonra hızlanan bir göçle boşalan kırsal, bu dönemde biraz da koşulların dayatmasıyla yeniden canlanabilecek ve üretim görülmedik ölçüde canlanabilecek durumda ancak ülkedeki arazi parçalanması, plansızlık ve vahşi madenciliğin önünü koşulsuzca açan uygulamalar bu büyük fırsatı göz göre göre yok ediyor.
 
Türkiye’nin hemen her bölgesinde her türlü olumsuzluğa karşın üretmeyi sürdüren insanımızı baş tacı yapmak gerekiyor.
Onlar en iyi bildiği işi yapıyor, sevdiği ve kendini ayrı düşünmediği toprağına bağlı. Ancak sorun, her dönemde sıklıkla değişen ve adeta deneme tahtasına dönen kamu idaresinde ve bunu yönlendiren siyasi erkte.
 
Tamamen siyaset üstü tutulması gereken stratejik bir konu olan tarımsal üretim, bütüncül arazi planlaması ve toprak koruma konusunu bu dönemde hala tartışıyor olmamız ve hala bunun öneminden bahsediyor oluşumuz, en az 50 yıllık bir geç kalmışlığın sonucudur.
Bütün bunları çözmüş ve tartışmıyor olsaydık bugün yalnızca Sultandağları’nın iki yakasındaki coğrafyada yapılan üretim tek başına Hollanda’nın tarımsal potansiyeline eş değer bir bilanço yaratabilirdi.
 
Bu topraklar sadece mühendislik hesaplarıyla ölçülecek bir coğrafya değil. Bu dağlar sadece Ankara’dan ruhsat verilerek yıkıma uğratılacak bir doğal miras değil.

Bu sular, yalnızca Dünya Bankası’nın kredi ve hibeleriyle bağımlı üretim modelleri için projelendirilecek bir doğal varlık değil.
Bu taşlar, bu madenler, bu tuzlar sadece şirketlerin kasasını dolduracağı birer meta değil.
Bu halkı içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu coğrafyadan koparırsanız, yarın o coğrafyayı koruyacak tek bir kimseyi bulamazsınız.
Bir düşünün, bu dağların adı neden Sultandağı, neden Emirdağ, bu gölün adı neden Eber; bu Türkmen obaları neden çocuklarına hala kuş adlarını veriyor?
Neden bu dağlarda, bu ovalarda, yaylalarda Ana-Baba mezarları var, neden ata kültü bu topraklarda hala tüm canlılığıyla yaşıyor.
Bu yüzden Sultandağları’ndaki madenci yıkımına karşı yöre halkından yüzlerce kişinin bilinçle ve hukukla karşı durması çok önemlidir…

 
Bugünün ekonomik döngüsünün yaslandığı doğa yıkıcı döngü, kendi bindiği dalı da kesercesine ilerliyor. Doğanın ve insanın hiçe sayıldığı hiç bir model ekonomik değildir, bugüne kadar da olmadı.
 
Sultandağları Anadolu coğrafyasının özellikli bir parçasıdır. Bu değerli parçayı geleceği düşünmeden bugünü kurtarma uğruna yok etmek, atasından kalan mirası hoyratça harcayanların yaptığına benzer.
Bu hoyratlık hepimizin geleceğinden çalıyor.
Bu hafta içinde Sultandağları’nın eteklerinde, Afyonkarahisar’ın Çay İlçesi ve yöredeki köylerde olacağız. Yöre insanıyla ekmeği ve suyu bölüşecek, dağların, suların, insanların hafızasına kulak vereceğiz…
Dağların, toprağın ve suların hafızası bizim ortak hikâyemizi anlatır hep…

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.