Türkiye COP16’dan neden çekildi?
Türkiye COP16’dan neden çekildi?
Bir fotoğraf, bir imar planı ve korunamayan coğrafyanın anlattıkları…
Bir fotoğraf, bir imar planı ve korunamayan coğrafyanın anlattıkları…
Türkiye’nin kıyılarını ve deniz ekosistemini büyük bir kıskançlıkla koruması beklenirken 2024 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde, 21 Ekim-1 Kasım tarihlerinde Antalya’da yapılacak olan Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 16. Taraflar Konferansı (COP16) bu bakımdan büyük önem taşıyordu. Ancak Türkiye geçtiğimiz hafta bir açıklama yaparak COP16’ya ev sahipliği yapmaktan çekildiğini duyurdu. Hükümet, ev sahipliğinden çekilme gerekçesi olarak depremi gösterdi.
KİTAP KAPAĞINDA SALLANAN DÖRT MERSİN BALIĞI BİZE NE ANLATIYOR
Bu fotoğraf bir kitap kapağında yer alıyor. Gazeteci İsmail Sadık’ın Ankara Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1983 yılında yayımlanan ‘Çile Yılları’ adını taşıyan kitabı, o yıllarda Kaş’ta yaşayan ve bugün birçoğu hayatta olmayan Kaşlıların anılarını anlatıyor. Cemiyet’in o yıllarda Kaş Çukurbağ Yarımadası’nda giriştiği arsa ve konut projelerinin bir kurtuluş gibi sunulduğu kitabın içeriğinde, Kaşlı güngörmüşlerin ağzından geçmişin ‘çile’ dolu yılları yansıtılıyor…
ÖNCE BALIKLAR, SONRA DA BALIKÇILAR KAYBOLDU
Geçmişin çileli olarak kodlandığı kitabın kapağında ise muhtemelen Kaş’ta avlanan mersin balıkları yer alıyor. Bir iskelede kuyruklarından bağlanmış dört tane mersin balığı. Artık plastik ve çöplerin bırakın sularda görülmesini, balıkların midesinde bile yer almaya başladığı bu dönemde denizlerin sürdürülebilir kullanımı her zamankinden çok daha fazla önem taşımaya başladı. ‘Çile yılları’ olarak anılan geçmiş yıllarda, denizciliğin ve balıkçılığın zorluklarının gölgesinde adeta Godot’yu bekler hale getirilen eski balıkçıların torunlarının çoğu bugün inşaatçı ya da yapsatçı oldular. İmar rantı ve başka türlü kolay kazançların çerçevesini çizdiği son 20 yılın yaşama biçiminde kıyılardaki çoğu balıkçı ekmeğini artık açık denizden değil, kıyılardaki turizm pastasından payına düşeni alma çabasıyla arar oldu.
SÜNGER AVCILARININ YERİNİ KULÜP AVCILARI ALDI
Kaş, Fethiye ve Göcek bölgesindeki balıkçı teknelerinin birçoğu da günlük turlar düzenleyen teknelere evrildi. Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığı Bodrumlu sünger avcılarının yerini, sahilleri dolduran ışıltılı kulüplerde başka türlü avların peşinde olan zamane tipleri aldı…
DENİZİ SADECE TURİZM KULLANIMINA İNDİRGEMEK YOK EDİCİ BİR YOL
Üç tarafı denizlerle çevrili, bir de iç denizi ile onlarca büyüklü küçüklü göle sahip olan Türkiye belki de dünyada kıyılarını en kötü kullanan ülkelerin başında geliyor. Denizi sadece kıyısında otel, disko, restoran, marina inşa edilen bir yer olarak görmek Türkiye kıyılarındaki binlerce yıllık balıkçılık kültürünün de giderek yok olmasına neden oluyor. Üstelik bu durum ülkenin her zaman olağanüstü gerilimlerle dolu gündemi arasında kendine yer bulamıyor bile.
O FOTOĞRAFTAKİ BALIKLAR BUGÜN DÖRT OTOMOBİL EDİYOR
Fotoğraftaki mersin balıklarına geri dönersek, bugün artık Akdeniz’de ya da Kaş kıyılarında görülmesi mucizeyle açıklanabilecek olan mersin balığının yalnızca bir kilosunun altından daha kıymetli olduğunun altını çizmek gerek. 2021 yılına ait bir gazete haberinde, mersin balığının bir kilosunun 85 bin TL olduğu belirtiliyor. Arkaik deniz canlılarından olan mersin balıklarının ortalama 1 ila 1,5 ton ağırlığa ulaşabildiğini de anımsatalım. Kendi adıma biyolojik çeşitliliğin yalnızca ekonomik yönden değerlendirilmesinin yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Ancak bazı türlerin binlerce yıllık insan yaşamının vazgeçilmez unsuru olarak bugüne ulaştığını da unutmamak gerek. Her şeye ekonomik değer üzerinden bakanların algısına göre söyleyecek olursak, Kaş’ın çileli yıllarının anlatıldığı o kitabın kapağında yer alan fotoğrafta kuyruklarından sallanan mersin balıklarının her biriyle bugün lüks bir otomobil almak mümkün…
1983 yılında yayımlanan Çile Yılları kitabı, Kaş’ın güngörmüş simalarının geçmişe ait anılarını içeriyor. Kitabın kapağını süsleyen mersin balıkları ise bugünden bakınca neyin çile neyin şans olduğunun sorgulanmasına neden oluyor
KIYILARDAKİ RESTORANLARDA DIŞARIDAN GELEN BALIKLAR YENİYOR
Bir zamanlar kıyılarından mersin balıklarının avlandığı Kaş’ta balıkçılık can çekişirken bugün ilçedeki restoranlarda tüketilen deniz ürünlerinin büyük kısmının ‘dışarıdan’ gelmesine şaşırmamak gerek. Muhtemelen bu türlerin arasında Norveç ya da Uzakdoğu menşeili ürünler de vardır. Bu durum kıyılardaki pek çok turizm kasabası için de geçerli.
BALIK TÜRLERİNİN YUVASINI BOZAN YAĞMA DÜZENİ
Kaş Bucak Denizi’nde 2000’li yıllarda inşa edilen Kaş Marina’nın, ölü bir deniz olan koyda kıyı dolgusu yapılmasına neden olması bu alanı kendisine yumurtlama alanı olarak seçen birçok açık deniz balığının yaşam akışını kesintiye uğratmıştı. Deniz çayırları balıklar ve başka su canlıları için önemli bir yumurtlama ve yaşam alanı işlevi görüyor. Ancak deniz ekosisteminde son yıllarda en çok kaybedilen habitatların başında geliyor. Bunda yat trafiği ve insan baskısının önemli bir yeri var.
(Kaş Bucak Denizi marina inşaatı sırasında doldurulurken. Yusuf Yavuz arşivi, 2009)
HALKIN TEPKİSİ SONUÇ VERDİ, RANT PLANI MECLİSTEN GEÇİRİLEMEDİ
Kaş Marinanın yarattığı bu ekosistem bozulması yetmemiş olacak ki, limanın kapasitesini artıran ve yapılaşma koşullarını iki katına çıkaran bir imar planı değişikliğinin onaylanması için 3 yıldır uğraş veriliyor. Plan değişikliği ile ilgili son teklif, 7 Ağustos’ta Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi’nde oylandı ve Kaşlı sivil toplum örgütleriyle ilçe halkının önemli bir kısmının haklı tepkisi sonucu teklif reddedildi. Bu tepkiler olmasaydı bugün imar planı onaylanmış, 529 metrekarelik alana yeni otel ve SPA merkezi inşa etmek için çalışmalara başlanmış olacaktı. Kaşlı sivil toplum örgütlerinin oylama öncesi Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’e yönelik yaptıkları çağrıda, “marina Bucak denizindeki açık deniz balıklarını kovdu, şimdi sıra halkta” diyerek planın reddedilmesini talep etmişlerdi.
ORKİNOSLARIN YÜZDÜĞÜ SULARDA STOKLAR GİDEREK TÜKENİYOR
Bu çağrıda yer alan balık türleri arasında muhtemelen mersin balıklarının yanı sıra orkinos ve kılıç balığı gibi bugün altın değerinde olan türler de vardı. Tıpkı mersin balıkları gibi bir zamanlar Akdeniz sularında görülen mavi yüzgeçli orkinosları görmek zorlaştı. Ton balığı olarak da bilinen orkinoslar bugün Japonya’da en çok rağbet gören balık türlerinin başında geliyor. Geçtiğimiz yıl Japonya’da düzenlenen bir mezatta, bizim kıyılarımızda da bulunan ve Akdeniz’den avlanan 211 kiloluk bir mavi yüzgeçli orkinosun 145 bin dolara alıcı bulduğu belirtiliyor. Bugün bu fiyatın karşılığı yaklaşık 4 milyon TL civarında. Japon mutfağı ve kültüründe önemli yeri olan Suşi yapımında kullanılan orkinosların bu kadar yüksek fiyattan alıcı bulmasının en önemli nedeni, türün stoklarının giderek azalması.
DENİZİN EKOLOJİSİ, KIYI KENTLERİNİN EKONOMİSİ BOZULUYOR
Bir zamanlar Kaş’ın balık lokantalarında bolca servis edilen kılıç balıkları da artık bu sularda seyrek görünür oldu. Adını restoranlara veren mercan ve akya da öyle. Orfoz içinse yıllardır koruma projeleri yürütülüyor. Kıyılardaki habitat bozulmaları ve insan baskısı birçok türün yaşam alanını yok ettiği gibi, yerine istilacı türlerin geliyor oluşu; denizin ekolojik dengesini bozduğu gibi kıyı kentlerinin ‘ekonomik’ dengesini de bozdu.
(Kaş Bucak Denizi marina inşaatı sırasında. Yusuf Yavuz arşivi, 2007)
GIDA GÜVENLİĞİNİ VE KALİTELİ PROTEİN KAYNAĞINI KORUMAK
Denizler gıda güvenliği ve kaliteli protein açısından çok önemli bir kaynak. Ancak bu stratejik kaynağın yalnızca kısa vadeli turizm ve yazlık konut, marina vb. girişimlerle hoyratça kullanılması en başta ülke için önemli olan balık stoklarının erimesine neden oluyor. Akdeniz’in balık türleri açısından çok da zengin olmayan hassas ekosistemini korumak gelecek açısından çok önemli.
KORUMA BİLİNCİ ÜLKELERİN İNSAFINA BIRAKILAMAYACAK
Tıpkı karasal biyolojik çeşitlilik gibi denizel biyoçeşitlilik de çok önemli ve mutlaka korunması gerekiyor. Birçok ülke bu konuda önemli adımlar atıyor ancak tüm dünyayı ilgilendiren bu konu ülkelerin insafına bırakılmayacak kadar da önemli. Bu yüzden Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi dünyanın karasal ve denizel biyoçeşitliliğini korumak için uluslararası çalışmalar yürütüyor. Toplam 196 ülkenin taraf olduğu sözleşmenin en önemli hedeflerinden biri de 2030 yılına kadar taraf olan ülkelerin kara ve deniz alanlarının en az yüzde 30’unun koruma altına alınmasını sağlamak. Kısaca 30×30 olarak özetlenen koruma hedefine birçok ülke çok yakın ya da tamamlama vaadinde bulunuyor.
Kaş Marina’da yeni otel alanlarını da içeren plan değişikliği talebi halkın tepkisi üzerine 7 Ağustos’ta Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi’nde reddedildi
TÜRKİYE’NİN YALNIZCA YÜZDE 12’Sİ KORUMA ALTINDA
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 2021 yılı verilerine göre bakanlığın sorumluluğunda bulunan Türkiye’nin kara ve deniz koruma alanlarının ülke yüzölçümüne oranı yüzde 12,92 olarak görülüyor. Bakanlık Millet Bahçeleri inşa etmeyi “ekolojik koridor” olarak görürken, ekolojik açıdan çok kıymetli olan doğal deniz ve kara alanlarının rant uğruna yok edilmesine seyirci kalıyor. Örneğin ölüm döşeğinde olan Marmara Denizi müsilaj kustuktan sonra “Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇK)” ilan edilirken, Kaş ya da Datça’nın ekolojik cennet olan koyları göz göre göre ölüme terk ediliyor. Kâğıt üzerinde korunan alan ilan etmek korumak için yeterli bir adım değil. Örneğin Türkiye’nin balık tarlası olarak görülen Karadeniz kıyılarında henüz tek bir “deniz koruma alanı” bulunmuyor. Bu oldukça çarpıcı bir gerçek. Öte yandan Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize hattında kıyılar karasal kirlilik nedeni ve habitat kaybına neden olacak şekilde hızla betonlaşıyor.
TÜRKİYE COP16’YA EV SAHİPLİĞİ YAPMAKTAN ÇEKİLDİ
Türkiye’nin kıyılarını ve deniz ekosistemini büyük bir kıskançlıkla koruması beklenirken 2024 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde, 21 Ekim-1 Kasım tarihlerinde Antalya’da yapılacak olan Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 16. Taraflar Konferansı (COP16) bu bakımdan büyük önem taşıyordu. Ancak Türkiye geçtiğimiz hafta bir açıklama yaparak COP16’ya ev sahipliği yapmaktan çekildiğini duyurdu. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yürütücülüğünde gerçekleşmesi beklenen konferans için yaklaşık bir yıldır hazırlık yapılırken Hükümet, ev sahipliğinden çekilme gerekçesi olarak depremi gösterdi. Tüm dünyanın yakından izleyeceği konferansa 190’dan fazla ülkenin katılımı bekleniyordu.
SORUN KARA VE DENİZLERİN EN AZ YÜZDE 30’UNU KORUMA VAADİ Mİ
Türkiye’nin konferanstan çekilmesi yalnızla depremin yarattığı maddi kayıplarla açıklanacak bir durum değil. Seçimlerin ardından büyük kadro değişimleri yaşanan ilgili bakanlıklarda bu konuda uluslararası deneyimi olan birçok kadronun oyun dışı kaldığı görülüyor. Bu büyük bir liyakat kaybı anlamına geliyor. Ancak asıl önemlisi Hükümet 30×30 konusunu çok da dillendirmek, görünür kılmak istemiyordu. Geçtiğimiz yıl Kanada’da gerçekleşen COP15’te de bu durum açıkça ortaya konmuş ve Türkiye 30×30 konusunda çekimser oy kullanmıştı. Bakanlık yetkililerine konuyu sorduğumuzda “bilmiyorum” yanıtını almıştık.
TÜRKİYE’NİN TAHRİP EDİLEN DOĞASI İÇİN RESTORASYON FIRSATI KAÇTI
Antalya sahip olduğu karasal ve denizel biyoçeşitlilik ile COP16 için oldukça isabetli bir seçimdi. Konferansın sağlayacağı avantajların yanında aynı zamanda ekosistem restorasyonu için ayrılacak bütçeden birçok proje yararlanabilir, Antalya ve Türkiye’nin doğasının korunması konusunda çığır açacak girişimler ardı ardına gelebilirdi. Öte yandan BM tüm dünyadaki ekosistem bozulmaları ve habitat kayıplarını onarmak için 2021-2030 dönemini Restorasyon 10 Yılı ilan etti. Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleşecek COP16 konferansı bu bakımdan da oldukça önemliydi. Depremi gerekçe göstererek bu organizasyondan çekilmek yerine depremin yaralarını sarmak ya da ülke genelindeki habitat kaybını azaltmak, yapılan tahribatları restore etmek için bu tür uluslararası girişimler bir fırsata dönüşebilirdi.
AĞACI KORUYAN KÖYLÜYE ‘MARJİNAL’ DİYEN DİL RANTI ÖZENDİRİYOR
Hükümet, depremi bahane ederek korunan alanları artırmak konusunda mızıkçılık yapmış, bu konudaki büyük bir fırsatı elinin tersiyle itmiştir. İktidarın tıpkı gündemde olan Akbelen ormanı örneğinde olduğu gibi koruma reflekslerine karşı alerjik bir tutum sergiliyor oluşu bunun göstergesidir. Ağacı, ormanı, suyu ve toprağı korumaya çalışan köylüleri “marjinal” olarak gören iktidarın dili, ülkenin doğal varlıklarına yönelik rant saldırılarını da özendirici niteliktedir.
HALK DOĞASINI KORUMAZSA GIDA VE SU KRİZİ KAÇINILMAZ
Gıda fiyatlarındaki önlemez yükseliş, birçok tarım ürününde ithalata bağımlı olunması, buğday gibi stratejik bir üründe bile Rusya’nın oyun kuruculuğuna bağımlı kalmak Türkiye’nin zengin gen kaynakları ve biyoçeşitlilik üzerindeki kötü yönetimi yüzünden gelecekte daha kötü günlerin yaşanacağına işaret ediyor. Yaylalardan ovalara, kıyılardan deniz alanlarına kadar coğrafya üzerinde uygulanan tek yönlü rant baskısı frenlenemezse su ve gıda krizi kaçınılmaz olacak. Bu koruma refleksini göstermek, her şeyden önce bu coğrafyada yaşayan halkın en önemli sorumluluklarından biri.
‘YEŞİL VATAN’ DEMEKLE ORMANLAR KORUNMUYOR
İktidarın popülist bir söylem olarak dolaşıma soktuğu ‘Yeşil Vatan’, ‘Mavi Vatan’ gibi kavramların içi ancak karasal ve denizel ekosistemlerin korunabilmesiyle mümkün. Dağlarını Çinlilerin, ormanlarını Kanadalıların, kıyılarını Müteahhitlerin ve turizm endüstrisinin yağmaladığı bir ülkede yeşil ya da mavi vatan söylemi ancak içi boş bir hamasetten ibarettir.