Seçim Sürecinde, N'olur, En Başta Ulusal Barış için Çok Temkinli Olalım!..

ÖZEL HABER 25.05.2023 - 17:52, Güncelleme: 25.05.2023 - 20:10 17343+ kez okundu.
 

Seçim Sürecinde, N'olur, En Başta Ulusal Barış için Çok Temkinli Olalım!..

Prof.Dr. Tolga Yarman yaptığı bir açıklamayla tüm vatandaşlara seçimde itidal çağrısı yaptı.

CHP Onur Üyesi Prof.Dr. Tolga Yarman yaptığı açıklamada ülkemizde yaşanan gergin ortama dikkat çekerek vatandaşlara itidal çağrısı yaptı. Bu sıkıntılı süreçten ''Ulus Olarak'' çıkabileceğimizi söyleyen Tolga Yarman herkese elden geldiğince sandığa gitmesini öğütlüyorum... Milli iradenin oluşumuna omuz vermesini öğütlüyorum... Sandıklara alabildiğine sahip çıkmasını öğütlüyorum dedi.  Prof.Dr. Tolga Yarman yapptığı açıklamada şunları kaydetti: En önce "Vatan Cephesi"ni yaşadım... Çocuktum... 1950'lerin sonuna doğru bir evredeydik.. Radyo, her akşam her akşam ve saatlerce Demokrat Parti'ye katılanların sülale boyu isimlerini okurdu... Bunlar "Vatan Cephesi"ni olusturuyorlardı... Bir "Vatan Cephesi"nde olanlar vardı, bir de ötekiler... Vatan Cephesi'nde olanlardı, makbul olanlar, baştakilere göre... Ötekiler değildi... O kadar böyleydi ki, İsmet Paşa'ya, "asker kaçağı", denebilecek kadar şirazesinden çıkmıştı, süreç... Bölücü bir tavırdı bu... Türkiye, köy kahvelerine kadar bölünmüştü... CHP'lilerin kahvelerine DP'liler, DP'lilerin kahvelerine CHP'liler gitmezlerdi... 27 Mayıs 1960'dan sonra, iktidarın, her ne pahasina olursa olsun, her aklina geleni yapamayacağı, anayasal kısıt altına altına alınırken, TBMM'in üstünde Senato kuruldu, Anayasa Mahkemesi kuruldu. Radyo (o günlerde televizyon yoktu, bir tek radyo vardı), özerk kılındı... Giderek, Üniversite ozerk kılındı. "Temsiliyet Bunalımı" aşılmak üzere, seçim sistemi değiştirildi. Çok acı yaşandı... 1970'lerde Rahmetli Demirel'in Başbakanlığı'nda, "1. ve 2. Milliyetçi Cephe" kuruldu... Bir gün, Adalet Partili bir milletvekili ile konuşuyordum... Natıkası dikkat çekecek kadar düzgündü... Tane tane, her heceye basa basa konuşuyordu... Filanca da mil-li-yet-çi, filanca da mil-li-yet-çi, derken, işaret ettiği falancayı filancayı övüyordu... Yarım saatte defalarca ve defalarca mil-li-yet-çi, dedi... Mil-li-yet-çi olmak, "övülesi bir özellik taşıyor olmak", anlamına geliyordu... Milliyetçi iseniz, sağcı, sermaye yanlısı ve müslümandınız... Öteki türlü komünisttiniz, solcuydunuz, kötüydünüz... Arası yoktu... İlkokulda ilk gün önümüze konulan alfabedeki gibi, üç kelimeyle konuşuyor gibiydik: Ali, At Top... 1970'lerde, dört kavramdan dahi oluşmayan bir siyasî lügatimiz vardı, zihinlerimzde, yani... Bu yaklaşım, çok acılara patladı, giderek can çocuklarımızın hayatlarını söndüre söndüre, 1980'e taşıdı... Sonradan anlaşıldı ki, sağcı-milliyetçi çocuklarımızın kullandıkları silahlar da, solcu çocuklarımızın kullandıkları silahlar da, aynı odaklar tarafından ülkemize sokuluyor... Çok hazin!.. 1983'de, çarnaçar, Özal, dört eğilimi birleştirerek kurdu, iktidar olacak Anavatan Partisi'ni: sağcı, solcu, milliyetçi, muhafazakâr... Rahmetli Özal, buna karşın, "müslümanın zenginini sevdiğini" söyleyince, "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı", oluverdi... Neyse ki, bölünme bu kadarla sınırlı kaldı... Öyle olunca, demokrasi, sanki yerine oturuyor gibiydi... Başta Demirel ve Ecevit; 1980 sonrası yasaklanan siyasilerin, yasakları, zorlu bir referandum uzantısında, kalktı (1987)...   1991'de böylelikle, DYP, Demirel'in önderliğinde, ikinci parrti olarak, Meclis'e girdi... SHP, Erdal İnönü'nün önderliğinde, Meclis'teki yerini korumakla beraber, üçüncü parti olmuştu... Her hal-u kârda, beraberce, sağlıklı denebilecek bir koalisyon hükümeti kurdular... Rahmetli Bülent Ecevit'in DSP'si de, 1991'de, 7 milletvekiliyle girmeyi başarmıştı, Meclis'e... 1999'da, SHP'nin, Deniz Baykal önderliğinde yerini alacak olan CHP'yi, baraj altında, dolayısıyla Meclis dışında bırakıp, üçlü koalisyonun Başbakan'ı olacak olarak... Bölge ve Türkiye, başka bir şey için değil, petrol ve doğalgaz için habire karıştırılagitmekte iken, biz tuhaf birşeyler yaşıyorduk...   O zamanlarda şu tesbiti yapmıştım (TÜSES Toplantısı, 4 Ekim 1997): - Ülkemizde; kırsal kesimin sanayileşme tarafından soğurulmasına paralel kentleşme sürecindeki, “emek” ve “sermaye” ayrışmasından bir hayli farklı olarak; bu da olmakla beraber; ama asıl, “kentlere önden gelenlerle, arkadan gelenler” arasında yaşanan, bitmez bir hinterland kavgası sonucu, ortaya, “çok katmanlı, karmaşık, bir 'yerleşik dinamikler' ile 'göçer dinamikler ayrışması' çıkıyor. Türkiye’nin siyasi anatomisini, bu belirliyor. Bizse bunu, sanırım pek iyi kavrayamıyoruz. Ortada, çeşitli siyasi kampların sarıldıkları, gerçekte çoğunlukla fiktif bir söylemler trafiği dönüyor, ama esas kavga “kentlere tutunma kavgası” olarak karşımıza geliyor. Bununsa temel bir ifadesi, Batı’dakinden bir hayli farklı olarak, “bizde, sanayileşmenin, kentleşmenin yegane motoru olmaması”...   Böyle olunca, sanayileşmenin beslediği kentleşme olgusu yanı sıra, kentlerimizin dolayında, oldukça önemli, demek ki, iyi kötü bir "sanayileşme istihdam güvencesinden" bile yoksun, günübirlik, çok zalim bir hayata sıkışan, yığma sosyal kabuklar meydana geliyor. 1990’ların SHP’sindeki ayrışma; hızlı söyleyecek olursam, önceleri Karadenizliler ile Doğulular'ın ayrışmasından kökler alırken, giderek, kentlere önden gelen Doğulular ile arkadan gelen Doğulular’ın da birbirlerinden ayrışmasıyla, azdı ve bilindiği gibi partiyi çatlattı. Oysa, kökte Türkiye'nin Kuzeyi ile Doğusu, Batısı ile Güney Doğusu çatışıyordu. Şöyle bir bakacak olursak, bugün Doğu’da tabanı olan partilerimizin, Batı’da pek bir etkinliği yok. Ne yazık ki, devlet mayalı ve sair destekleri saymayacak olursak, Batı’da tabanı olan partilerimizinse Doğu’da kitlesel desteği yok. İleriki yıllarda, laik - Antilaik çatışması da buradan kök almıştı... Başka bir deyişle, İsmet Paşa'nın "Orta'nın Solu", Ecevit'in, "Toprak işleyenin, su kullananın", "Ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen" gibi solun pırlanta özdeyişleri, Türkiye'nin, ilerici dinamiklerini sarmalamaya yetmemeye başlamıştı... Bunun yerine Türkiye'nin umut arayan gövdesini, din, iman, kuran, ezan, bir arada tutmaya koyulmuştu... 2002'deki seçim sonrasında, bu tesbitimi yazdım (Cumhuriyet, 9 Kasım 2022). 2010'ların ortasında, tsunami gibi kabaran AKP – FETÖ çatırdamasının da; dış etmenler saklı olarak, tam olarak, dediklerimdem kök aldığını, ifade etmeliyim. Vatan Cephesi (1950'ler), Milliyetçi Cepheler (1970'ler), derken, bugün, her nasıl olabiliyorsa artık (yerli olmayan) sığınmacılarla güçlendirilmiş "yerli ve milli cephe" ile ötekiler arasında, Allah korusun, onulmaz bir kamplaşma ve toplumsal çatışma yükseldi... Bana sorarsanız, sosyopolitik dinamikler, daha da, kökleşmiş olarak aynı... Şu ki, maalesef, Arap Baharı (2010) ile birlikte, önümüze atılan zokayı yutmuş olup, yani "Şam'da Emeviyye Camii'nde Cuma namazı kılacağız" derken, milyonlarca sığınmacıyı bir çırpıda kucağımızda bulmuş olarak... İçimizdeki dinamikler pek tabii mahfuz olup, pek muhtemelen bunları da dikkate alarak hazırlanmış "Okyanus aşırı odaklı proje", inanın, çok büyüktü... Ve Türkiye, keşke yanılsam, hiç bugünkü kadar çok gerilmemişti... Buradan nasıl çıkacağız? Hep beraber, "ulus" olarak... Nasıl mı? Herkes kendince, durumu tartıyor; oyunu, ona göre kullanacak... Herkese, elden geldiğince sandığa gitmesini öğütlüyorum... Milli iradenin oluşumuna omuz vermesini öğütlüyorum... Sandıklara alabildiğine sahip çıkmasını öğütlüyorum... Asıl önemlisi ise, bir de Pazar günkü seçimle Türkiye'yi daha da çok germek isteyip istikrarsızlaştırmayı amaçlayanların ekmeklerine, hiç bir biçimde yağ sürmemeye özen göstermelerini öğütlüyorum... Ne sandığa, öteki seçmene husumet duyarak gitmeliyiz... Ne de sandıktan sonra, oydaşımızın seçilmemesinden dolayı, öteki seçmene husumet duymalıyız... Her iki kampta da dediklerimin tersi istikamete meyleden kalabalıklar var, maalesef... N'olur kıvılcım çakmamaya, hele, ağızdan yel alsın, çakılmış olabilecek kıvılcımı azdırmamaya, tam aksine bastırmaya, çok dikkat sarfedelim... Seçimden, her şekilde "ulusal barışı" çıkartmalıyız... Seçim sonrasında ise, demokratik mücadelemize tavırlılık içinde devam edecek olarak!  
Prof.Dr. Tolga Yarman yaptığı bir açıklamayla tüm vatandaşlara seçimde itidal çağrısı yaptı.

CHP Onur Üyesi Prof.Dr. Tolga Yarman yaptığı açıklamada ülkemizde yaşanan gergin ortama dikkat çekerek vatandaşlara itidal çağrısı yaptı. Bu sıkıntılı süreçten ''Ulus Olarak'' çıkabileceğimizi söyleyen Tolga Yarman herkese elden geldiğince sandığa gitmesini öğütlüyorum... Milli iradenin oluşumuna omuz vermesini öğütlüyorum... Sandıklara alabildiğine sahip çıkmasını öğütlüyorum dedi. 

Prof.Dr. Tolga Yarman yapptığı açıklamada şunları kaydetti:

En önce "Vatan Cephesi"ni yaşadım... Çocuktum... 1950'lerin sonuna doğru bir evredeydik..
Radyo, her akşam her akşam ve saatlerce Demokrat Parti'ye katılanların sülale boyu isimlerini okurdu...

Bunlar "Vatan Cephesi"ni olusturuyorlardı... Bir "Vatan Cephesi"nde olanlar vardı, bir de ötekiler... Vatan Cephesi'nde olanlardı, makbul olanlar, baştakilere göre... Ötekiler değildi... O kadar böyleydi ki, İsmet Paşa'ya, "asker kaçağı", denebilecek kadar şirazesinden çıkmıştı, süreç... Bölücü bir tavırdı bu... Türkiye, köy kahvelerine kadar bölünmüştü... CHP'lilerin kahvelerine DP'liler, DP'lilerin kahvelerine CHP'liler gitmezlerdi...
27 Mayıs 1960'dan sonra, iktidarın, her ne pahasina olursa olsun, her aklina geleni yapamayacağı, anayasal kısıt altına altına alınırken, TBMM'in üstünde Senato kuruldu, Anayasa Mahkemesi kuruldu. Radyo (o günlerde televizyon yoktu, bir tek radyo vardı), özerk kılındı... Giderek, Üniversite ozerk kılındı. "Temsiliyet Bunalımı" aşılmak üzere, seçim sistemi değiştirildi. Çok acı yaşandı... 1970'lerde Rahmetli Demirel'in Başbakanlığı'nda, "1. ve 2. Milliyetçi Cephe" kuruldu...

Bir gün, Adalet Partili bir milletvekili ile konuşuyordum... Natıkası dikkat çekecek kadar düzgündü... Tane tane, her heceye basa basa konuşuyordu... Filanca da mil-li-yet-çi, filanca da mil-li-yet-çi, derken, işaret ettiği falancayı filancayı övüyordu... Yarım saatte defalarca ve defalarca mil-li-yet-çi, dedi... Mil-li-yet-çi olmak, "övülesi bir özellik taşıyor olmak", anlamına geliyordu... Milliyetçi iseniz, sağcı, sermaye yanlısı ve müslümandınız... Öteki türlü komünisttiniz, solcuydunuz, kötüydünüz... Arası yoktu... İlkokulda ilk gün önümüze konulan alfabedeki gibi, üç kelimeyle konuşuyor gibiydik: Ali, At Top...

1970'lerde, dört kavramdan dahi oluşmayan bir siyasî lügatimiz vardı, zihinlerimzde, yani... Bu yaklaşım, çok acılara patladı, giderek can çocuklarımızın hayatlarını söndüre söndüre, 1980'e taşıdı... Sonradan anlaşıldı ki, sağcı-milliyetçi çocuklarımızın kullandıkları silahlar da, solcu çocuklarımızın kullandıkları silahlar da, aynı odaklar tarafından ülkemize sokuluyor... Çok hazin!..

1983'de, çarnaçar, Özal, dört eğilimi birleştirerek kurdu, iktidar olacak Anavatan Partisi'ni: sağcı, solcu, milliyetçi, muhafazakâr... Rahmetli Özal, buna karşın, "müslümanın zenginini sevdiğini" söyleyince, "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı", oluverdi... Neyse ki, bölünme bu kadarla sınırlı kaldı... Öyle olunca, demokrasi, sanki yerine oturuyor gibiydi... Başta Demirel ve Ecevit; 1980 sonrası yasaklanan siyasilerin, yasakları, zorlu bir referandum uzantısında, kalktı (1987)...
 

1991'de böylelikle, DYP, Demirel'in önderliğinde, ikinci parrti olarak, Meclis'e girdi... SHP, Erdal İnönü'nün önderliğinde, Meclis'teki yerini korumakla beraber, üçüncü parti olmuştu... Her hal-u kârda, beraberce, sağlıklı denebilecek bir koalisyon hükümeti kurdular... Rahmetli Bülent Ecevit'in DSP'si de, 1991'de, 7 milletvekiliyle girmeyi başarmıştı, Meclis'e... 1999'da, SHP'nin, Deniz Baykal önderliğinde yerini alacak olan CHP'yi, baraj altında, dolayısıyla Meclis dışında bırakıp, üçlü koalisyonun Başbakan'ı olacak olarak... Bölge ve Türkiye, başka bir şey için değil, petrol ve doğalgaz için habire karıştırılagitmekte iken, biz tuhaf birşeyler yaşıyorduk...
 

O zamanlarda şu tesbiti yapmıştım (TÜSES Toplantısı, 4 Ekim 1997): - Ülkemizde; kırsal kesimin sanayileşme tarafından soğurulmasına paralel kentleşme sürecindeki, “emek” ve “sermaye” ayrışmasından bir hayli farklı olarak; bu da olmakla beraber; ama asıl, “kentlere önden gelenlerle, arkadan gelenler” arasında yaşanan, bitmez bir hinterland kavgası sonucu, ortaya, “çok katmanlı, karmaşık, bir 'yerleşik dinamikler' ile 'göçer dinamikler ayrışması' çıkıyor. Türkiye’nin siyasi anatomisini, bu belirliyor. Bizse bunu, sanırım pek iyi kavrayamıyoruz. Ortada, çeşitli siyasi kampların sarıldıkları, gerçekte çoğunlukla fiktif bir söylemler trafiği dönüyor, ama esas kavga “kentlere tutunma kavgası” olarak karşımıza geliyor. Bununsa temel bir ifadesi, Batı’dakinden bir hayli farklı olarak, “bizde, sanayileşmenin, kentleşmenin yegane motoru olmaması”...
 

Böyle olunca, sanayileşmenin beslediği kentleşme olgusu yanı sıra, kentlerimizin dolayında, oldukça önemli, demek ki, iyi kötü bir "sanayileşme istihdam güvencesinden" bile yoksun, günübirlik, çok zalim bir hayata sıkışan, yığma sosyal kabuklar meydana geliyor. 1990’ların SHP’sindeki ayrışma; hızlı söyleyecek olursam, önceleri Karadenizliler ile Doğulular'ın ayrışmasından kökler alırken, giderek, kentlere önden gelen Doğulular ile arkadan gelen Doğulular’ın da birbirlerinden ayrışmasıyla, azdı ve bilindiği gibi partiyi çatlattı. Oysa, kökte Türkiye'nin Kuzeyi ile Doğusu, Batısı ile Güney Doğusu çatışıyordu. Şöyle bir bakacak olursak, bugün Doğu’da tabanı olan partilerimizin, Batı’da pek bir etkinliği yok. Ne yazık ki, devlet mayalı ve sair destekleri saymayacak olursak, Batı’da tabanı olan partilerimizinse Doğu’da kitlesel desteği yok. İleriki yıllarda, laik - Antilaik çatışması da buradan kök almıştı... Başka bir deyişle, İsmet Paşa'nın "Orta'nın Solu", Ecevit'in, "Toprak işleyenin, su kullananın", "Ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen" gibi solun pırlanta özdeyişleri, Türkiye'nin, ilerici dinamiklerini sarmalamaya yetmemeye başlamıştı... Bunun yerine Türkiye'nin umut arayan gövdesini, din, iman, kuran, ezan, bir arada tutmaya koyulmuştu...

2002'deki seçim sonrasında, bu tesbitimi yazdım (Cumhuriyet, 9 Kasım 2022). 2010'ların ortasında, tsunami gibi kabaran AKP – FETÖ çatırdamasının da; dış etmenler saklı olarak, tam olarak, dediklerimdem kök aldığını, ifade etmeliyim. Vatan Cephesi (1950'ler), Milliyetçi Cepheler (1970'ler), derken, bugün, her nasıl olabiliyorsa artık (yerli olmayan) sığınmacılarla güçlendirilmiş "yerli ve milli cephe" ile ötekiler arasında, Allah korusun, onulmaz bir kamplaşma ve toplumsal çatışma yükseldi...

Bana sorarsanız, sosyopolitik dinamikler, daha da, kökleşmiş olarak aynı... Şu ki, maalesef, Arap Baharı (2010) ile birlikte, önümüze atılan zokayı yutmuş olup, yani "Şam'da Emeviyye Camii'nde Cuma namazı kılacağız" derken, milyonlarca sığınmacıyı bir çırpıda kucağımızda bulmuş olarak... İçimizdeki dinamikler pek tabii mahfuz olup, pek muhtemelen bunları da dikkate alarak hazırlanmış "Okyanus aşırı odaklı proje", inanın, çok büyüktü... Ve Türkiye, keşke yanılsam, hiç bugünkü kadar çok gerilmemişti...

Buradan nasıl çıkacağız? Hep beraber, "ulus" olarak... Nasıl mı? Herkes kendince, durumu tartıyor; oyunu, ona göre kullanacak... Herkese, elden geldiğince sandığa gitmesini öğütlüyorum... Milli iradenin oluşumuna omuz vermesini öğütlüyorum... Sandıklara alabildiğine sahip çıkmasını öğütlüyorum... Asıl önemlisi ise, bir de Pazar günkü seçimle Türkiye'yi daha da çok germek isteyip istikrarsızlaştırmayı amaçlayanların ekmeklerine, hiç bir biçimde yağ sürmemeye özen göstermelerini öğütlüyorum...

Ne sandığa, öteki seçmene husumet duyarak gitmeliyiz... Ne de sandıktan sonra, oydaşımızın seçilmemesinden dolayı, öteki seçmene husumet duymalıyız... Her iki kampta da dediklerimin tersi istikamete meyleden kalabalıklar var, maalesef... N'olur kıvılcım çakmamaya, hele, ağızdan yel alsın, çakılmış olabilecek kıvılcımı azdırmamaya, tam aksine bastırmaya, çok dikkat sarfedelim...
Seçimden, her şekilde "ulusal barışı" çıkartmalıyız...

Seçim sonrasında ise, demokratik mücadelemize tavırlılık içinde devam edecek olarak!

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.