Bu makaleyi, Çok Değerli Arkadaşım, Gemi İnşa Profesörü, Güzel İnsan Reşat Özkan’ın (1946 – 2002) Aziz Anısı’na ithaf ediyorum. T.Y.
Dünya Barış Günü Dolayısıyla...
Anadolu topraklarına, Orta Asya kültürümüzle, bu bin yılın başlarında, günümüzden yuvarlak dokuzyüzyıl kadar önce giriyoruz. Kilit bir tarih, malûm, Malazgirt Savaşı (1071).Hızlıca söylersek; Konya – Söğüt – Bursa - Edirne sıçramalarıyla, Bizans’la Batı’nın arasına girdikten mâdâ, Trakya ve Balkanlar’ı güvence altına alıp, tüm Anadolu’yu, nihayette de İstanbul’u çevirip zaptetmemiz, yaklaşık üçyüzseksen yıl sonra gerçekleşiyor (1453). Onaltıncı Yüzyıl’ın başlarında (1514: Çaldıran, 1516: Merc-i Dabık, 1517: Ridaniye seferleriyle)
Anadolu’nun Doğusu, bu arada taa Mısır’a kadar, hemen tüm Orta Doğu iyice güvence altına alındıktan sonra, Batı’ya doğru daha da çok yönelebiliyor, hatta iki kez (1529, 1683), Viyana kapılarına kadar dayanıyoruz. Bu süreçte, varılan yerlerdeki halet-i ruhiyelerle karşılaştırıldığında, sergilediğimiz “inanç üstünlüğü”, muhakkak kayda değerdir ve sırf bu açıdan incelenmeyi, herhalde hakeder. Bu çerçevede, din bazında gelişen pek çok bağnazlıktan, bizim de nasibimizi, hem de fazla fazla aldığımız hususu, keza “laiklik” konusundaki kazanımlarımız ve duyarlılığımız saklı olarak, sosyopolitik bir bağlamda şu değerlendirmeyi yapmamız, uygun olacaktır. “İslâm”; Türk’ün, Anadolu’ya girişinde, bir yandan Kuzey’deki Ortodoks Rus ve cephedeki, yine Ortodoks, Bizans ile, bunların arasına bıçak gibi girecek olarak, “karşıtlaşmanın”; diğer yandan da Güney’deki Müslüman Arap’la, bunu ise, Anadolu’ya bir milim yaklaştırmayacak olarak, “ittifak” geliştirme siyasetinin, kendimize özgü yorumla dokunup dalgalandırılmış, “bayrağıdır”.
Bunun kökeninde, bir “tefekkür ve stratejik bir seçim” olmayabilir. Ancak şurasını teslim etmek yerinde olur ki, o “bayrak” olmasa ve mesela, Türkler Ortodoksluğu seçseler, herhalde “dost ve müttefik” Bizans ile “dost ve müttefik” Rus’a rağmen, Anadolu’da kolaydan yol alamayabilir, burayı yurt kılamayabilirlerdi…
Tarihimizi çözümlemeye devam edelim. Onyedinci yüzyıl içinde, geri çekilme dönemi başlıyor. Nereden başlatıldığına bağlı olarak, yuvarlak, ikiyüz-ikiyüzelli yıl da, bu sürüyor. Bu sürecin uzantısında, Balkanlar’ı, geçen yüzyılın başlarında (1912), kaybediyoruz. 2 Sonra malum, Birinci Dünya Savaşı çıkıyor (1914). Batılılar, var güçleriyle, Türk’ü, o tarihte artık, yaklaşık sekizyüzyıldır vatan kıldığı Anadolu’dan, hiç değilse Batı Anadolu’dan ve İstanbul’dan söküp, Doğu’ya, geldiği yere doğru fırlatmak üzere, en önce Çanakkale Savaşları’nda püskürtecek olduğumuz - deyim yerinde sayılacaktır - “Son Bir Haçlı Seferi” düzenliyorlar (1915). Ama, son toplamda hiç başarılı olamıyorlar. Çanakkale “geçilmez” kalıyor (1916).
Osmanlı’nın (müttefiği Almanya’nın Büyük Harbi kaybetmesi ile) mağlup sayıldığı Birinci Dünya Savaşı (1918) sonrasında, bu sefer ellerini kollarını sallaya sallaya yurdumuzu paylaşmaya akın ediveren Harp Galipleri’ne karşı, Gazi’nin ve silâh arkadaşlarının, bir tarih mucizesi sayılmak yerinde olacak çıkışlarıyla, Kurtuluş Savaşımız’ı veriyoruz (1919-1922). Batı bizi, Anadolu’dan yine sökemiyor. Tersine, biz onu, öne ittiklerinin öznelerinde olarak, İzmir’den denize döküyoruz. Burada bilhassa şu hususu belirtmek yerinde olacaktır: “Ermeni meselesinin gündeme gelişini” (1915); Çanakkale Savaşları’nın; daha doğrusu Osmanlı’yı muhakkak çökertip, Türk’ü her ne pahasına olursa olsun, başta İstanbul, tüm Batı Anadolu’dan, Doğu’ya sürmek isteyen, bu amaçla da her türlü topu, tüfeği, zırhlısı, ne imkânı varsa hemen hepsi ile, o arada binlerce kilometre uzaktan devşirilen Anzaklar ve Gurkalar ile palazlandırılmış olarak, üstümüze gelen son Haçlı Seferi Harekâtı’nın, “stratejik bir halkası” olarak görülmek pek yerinde olur.
Bu çerçevede her halde, Türk Kuvvetleri’ni bölmek ve Çanakkale’yi yırtabilmek üzere, Osmanlı’ya Doğusu’ndan da yüklenilmek istenmekte, bu uğurda Ermeniler silahlandırılıp kışkırtılmaktadır. Gerçekten de, Çanakkale’ye taa Fransa’dan, İngiltere’den, binlerce kilometre ötemizden abanmak üzere gelenlerin, bu eylemlerine bir de, taa Yeni Zelânda’dan, Avustralya’dan, Uzak Doğu’dan, onbin kilometre ötemizden, gemiler ve gemiler dolusu takviyeler taşımışken, imkân geliştirebilecekler idiyse, bize dibimizdeki Doğumuz’dan da pekalâ yüklenerek “megalo idea”yı (Türk’ü başta İstanbul, Batı Anadolu’dan sökmeye yönelik, içlerini yüzyıllardır kemiren emeli), görülmemiş eksizlikte bir “kuşatma” ve “saldırı” ile gerçekleştirmeye girişmemiş olabileceklerini düşünmek “tam bir saflık” oluşturacaktır.
Ermeniler, daha önce de Osmanlı – Rus çatışmaları sürecinde, Ortodoksluk öne çekilerek, Rus Ordusu yanında, Osmanlı’ya karşı savaştırılmışlar; daha sonra, 1917 Sovyet Devrimi’nden hemen sonra ise, bu kez Beyaz Ordu’nun yanında silahladırılmış olarak, Emperyalistler tarafından, Bolşevikler’in üstüne salınmışlardır. Ermeniler’in 1915’de Osmanlı’ya karşı kışkırtılmalarının, tam da Çanakkale Savaşları’na denk gelmesi, hiç bir biçimde raslantı sayılamayacak olsa gerektir. Üstünde durulduğuna hemen hiç rastlamadığımız husus işte; Osmanlı’nın, Batısı’nda Çanakkale darmadağın edilme planlarıyla zorlanmaya geçilecekken, Doğusu’na da yüklenilerek, kuvvetlerinin bölünmek istenmesinin, gayet olağan sayılacak, bir harp stratejisi olduğu, hususudur. 3 “Ermeni meselesini” inceleyenlerin bu bakımdan, başta İngiliz, Fransız ve Rus Dışişleri ve Genelkurmayları’ndaki, o zamanlar üst gizlilik dereceli strateji planlarına ve mülâhazalarına (bugün bile bunlar, hele her türlü propaganda imkânı ve hüneri ile, konunun, tek taraflı tarif edilip öne sürülen kesitlerine, Batı’da pek çok odağın gösterdiği iltifat dolayısıyla, köşe bucak saklanmak durumunda olsa dahi), eğilmelerinde, akademik bir zorunluluk olmalıdır. Demek ki, Osmanlı eğer Ermeniler’in üstüne gitmişse, Çanakklale Savaşları sürecinde, Doğusu’nunda meydana gelen, çok muhtemelen, işte (yapılacak araştırmaların behemahal işaret edebileceği doğrultuda), kuvvetlerinin dağıtılıp zayıflatılması amacıyla, meydana getirilen, kundaklamalar sonucunda, gitmiş olmalıdır.
Daha sonra o olmuştur, bu olmuştur; hangi yönde olmuş olursa olsun, gayrı insani ne olmuşsa, elbette “ayıp” olmuştur, “acı” olmuştur. Ama böylesi bir gelişmede muhakkak bir sorumlu, daha doğrusu kimi Batılı odakların yaptığı gibi, bir “cani” aranıyorsa; bu en önce; Osmanlı’yı, her ne pahasına olursa olsun bitirmeye ahdetmiş; Çanakkale Savaşları’nda (Gazi’nin “insanlık abidesi” güzelim değerlendirmesi ile ifade edersek, şimdi orada Mehmetçiklerimiz’le koyun koyuna yatan ve onun için de bizim çocuklarımız saydığımız) yüzbinlerce İngiliz, Fransız, Anzak, Gurka askeri ile birlikte, bizim de yüzbinlerde gencimizi telef ettiği yetmiyormuş gibi, Doğu’da da Ermeniler’i, hesaplı kitaplı, ince ince strateji ile dokunmuş emelleri için, göz göre göre Osmanlı’yla kapıştıran, “Batı Emperyalizmi” olmalıdır. Bir soykırım, evet kesin vardır.
Ne ki bu; Batı Emperyalizmi’nin; herşey bir yana, kendi yüzbinlerce fidanına, o arada askerleştirmek istediği onbinlerce Ermeni’ye, daha sonrasında ise, Osmanlı’nın çar naçar göçe zorladığı belki yüzbilerce güzelim yurttaşımıza kıymak pahasına, gerçekleştirilmesine mutlak surette ahdetmiş olduğu, “Türk soykırımıdır”. Çanakkale geçilse; Anadolu’nun her tarafına çıkmış olacak Batı Emperyalizmi; Doğu’da da Ermeniler’in marifetiyle, Türk’ü Orta Anadolu’da, kıskaç altına alıp, gereğini pek tabii, yerine getirecektir. Çanakkale Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı mağlup sayılıp geçildiğinde olan, ayrıca tam da bu yönde değil midir!.. Şu, belki bugüne değin hiç aydınlatılamamış, demek ki kaç türlü hinlikle kurgulanmış kargaşayı, o günlerde, Ermeni’si ile Türk’ü ile, dağ gibi acılarla boğuşmuş insanlarımızın,
Anadolumuz’a pek özgü çakı gibi, vecizin vecizi bir dörtlükle ifade etmiş olmaları, esasen, konuyu aydınlatabilecek pek çok gizli belgeden daha az bir tarih tanıklığı sayılamayacak olmalıdır: İki tahta çaktılar. Arasından baktılar. İngiliz’le Fransız, Ermeni’yi yaktılar. İşte budur, sarmaşma içinde yüzyıllarca beraber yaşadıktan sonra, kendisini bir anda, kolaydan sarmalanamayacak yaralarla, cepheleşme, kapışma ve ağıtlar içinde buluveren halkımızın konuya dönük tesbiti… 4 * Kısacık dikkate getirdiğimiz tarihsel perspektifin, en çok her halde, yakın tarihimizin baş mimarı, Mustafa Kemal Atatürk farkındaydı. Onun, Harp Akademileri’nde (1905’te), inanılmaz biçimde, daha yirmidört yaşında bir “kurmay öğrenci” iken, o sırada pek muhtemel görünen Dünya Savaşı’nın çıkması durumunda, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Orta Doğu’daki varlığımızı bırakarak, Anadolu’ya çekilmemizi ve esas olarak, “yurdumuzu” Anadolumuz ve Trakyamız ile sınırlandırılmış olarak savunmamızı, bir “tez” olarak çalıştığını biliyoruz. Bu açıdan “Yurtta sulh, cihanda sulh!” sözü, çok anlamlıdır ve her halde özetle şu demek olmaktadır:
- Biz, sekiz yüzyılda tüm Anadolu’yu katederek, şuradan şuraya gittik; şimdi de “anavatan” kılacağımız topraklara çekildik. Bizi, daha da geriletmek istediniz. En nihayet Çanakkale’de zorladınız. Tarihin en kanlı savaşlarından birini çıkarttınız. Batımız’da Doğumuz’da yüzbinlerce ve yüzbinlerce evlâdımızı aldınız. Ancak bir o kadarını siz yitirdiniz; Çanakkale’yi geçemediniz. Ne ki müttefiklerimiz yenilince, Dünya Savaşı’nı kaybetmiş sayıldık; yedi düvel (düşman), içimize girdiniz. Kurtuluş Savaşı’nı verdik; yurdumuzu, karış karış geri aldık. Şimdi kimsenin “bir karış toprağında” gözümüz yok; ama şunu da bilin ki, bizim tek bir karış toprağımıza göz dikenin (Çanakkale Savaşları’nda, sonra da Kurtuluş Savaşımız’da, ibret-ül alem için kanıtladığımız gibi), “anasından emdiği sütü burnundan getiririz”!
O evrede, sekizyüz yıllık, bugün ise, dokuz yüzyıllık, bilhassa başlarında ve sonlarında “inanç üstünlüğü” ile destanlaşıp, sonuçta, bize bu topraklarda, tüm kültür zenginliklerimizle, oturmayı ve çocuklarımızın mürüvvetini görmeyi bahşetmiş, Anadolu tarihimizin, özeti ve Kurtuluş Savaşımız’ın uzantısında kurduğumuz Cumhuriyet’in baş bir harcı, işte budur: - Yurtta sulh, cihanda sulh! Bu söz tabii erdem dolu bir özlemi ifade etmektedir; ama ondan daha derindir ve Türk’ün Anadolu’daki, yuvarlak bin yıllık öyküsünün veciz bir özetidir. “Ne mutlu Türküm diyene!” demek, “Türk anneden, Türk babadan doğduğumuza göre, oturduğumuz yerde, şişinmek pekalâ hakkımızdır”, demek değil, “Ben, şu tarih geçmişimizin ve onun bana yüklediği sorumluluğun, efendi gibi bilincindeyim, her adımımı ona göre atarım” demektir. Türk insanı bugün, elbette tarihinin bilincinde olmalıdır. Ama bu yetmez. O, aynı zamanda, bir Dünya yurttaşı olmalıdır. Bu dahi yetmez; şimdilerde Dünyamız’ın etrafında fırıl fırıl dönmekte olan Hubble Teleskopu’nun gözüyle evreni, galaksileri seyretme ve yerini böylesi bir evrensel perspektif içinde seçip değerlendirebilme yeteneğinde olabilmelidir.
Bugün Türk insanı, ne “milliliğini”, milli tarihini, yani bu topraklarda neler pahasına oturduğumuz olgusunu, “evrensellik” adına ıskalayacak; ne de “bağnaz bir milliyetçiliğe” saplanıp, böyle bir milliyetçilik adına, evrensel olma sevdalanmasından vazgeçecektir. Türk insanı, yurdundan, bölgesinden başlayarak, dünyaya dönük olarak attığı her adımı, böylesi bir bilinçle atmalıdır. Bu özlemi yalnızca, kendimize dönük olarak değil, aynı zamanda, Dünyamız’ın bütün uluslarına dönük olarak da ifade etmek, Atatürkümüz’den edindiğimiz mirasın baş bir gereğidir. 5 Onlar da milli tarihlerini evrensellik adına ıskalamasınlar isteriz. Ama böyle davranırlarken de, bağnaz bir milliyeçiliğe zinhar saplanmasınlar ve evrensel olma sevdalanmasından, hiç vazgeçmesinler isteriz. “Yurtta sulh, cihanda sulh”, somutta ancak, bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin alnında yazan düsturun, hangi kampta olursa olsun, baskıcı, sömürgen, insansevmez, banacı, insanlığın yüz karası odakların tasfiye edilip, Dünyamız’a maledilmesiyle, gerçekleşebilir:
- Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Büyük Dünya Ulusu’nundur!