İhtişam ve yok oluşun hüzünlü tarihi: Sagalassos“Benimle savaşma, çünkü kazanırsan, kaybedersin…”*
Anadolu toprakları tarımsal üretimin birçok yönüyle ilk kez gerçekleştiği bereketli bir coğrafya. Bununla ilgili ortaya çıkan arkeolojik bulgulara her geçen gün yenileri eklendikçe, tarımın Anadolu’daki binlerce yıllık yolculuğunu da öğreniyoruz. Burdur Ağlasun Ovası da orta kalkolitik dönemden beri tarım üretiminin yapıldığı bölgelerden biri. M.Ö 4 bin 200 yıllarında bölgede tarım yapıldığı, Sagalassos kazılarını yürüten bilim ekibinin yaptığı polen analizleriyle ortaya çıktı. Analiz sonuçlarına göre, bugün sadece 900 metre yükseklikte yetişen zeytinin, o dönemde 1400 metre yüksekliğe kadar üretiminin yapıldığı, buğday ve zeytinyağının da önemli birer ihraç ürünü olduğu anlaşılıyor. Ancak antik kenti kısa sürede zenginleştiren, Anadolu’nun en gösterişli kentleri arasına yerleştiren tarımsal üretimin kontrolsüz biçimde sürmesi, daha çok üretmek için daha çok ormanın yok edilmesi kentin sonunu getiren etkenlerden biri olmuş. Sagalassos’un öyküsü, bize insanlık tarihi kadar eski olan hırslarımızla yüzleşme fırsatı sunuyor: Doğa ile savaşma çünkü kazanırsan kaybedersin…
BİR ÇİZGİ ROMAN OKUDU, HAYATI DEĞİŞTİ
1948 yılında Belçika’da dünyaya gelen Marc Waelkens, oldukça meraklı bir çocuktu. Henüz altı yaşındayken okuduğu ilk kitap olan çizgi roman, küçük Marc’ın yaşamını öylesine değiştirecekti ki gelecekte yapacağı iş ve bütün yaşamı, okuduğu o ilk kitabın içeriği tarafından belirlenecekti. Waelkens’i okudukça şaşırtan çizgi roman Anadolu’nun gizemli Truva kentini anlatıyordu. Truva Avrupa’da öylesine bir etkiye sahipti ki, yediden yetmişe birçok insanın merak ve keşfetme duygularını kamçılıyordu. Bu, Waelkens için de öyle oldu. Adeta büyülendiği kitabı okur okumaz babasına gitti ve “ben de Türkiye’de kazı yapmak istiyorum” dedi.
‘HAYATIMDA HİÇ BÖYLE KENT GÖRMEDİM’
Bu cümle onun yaşamının tamamını biçimlendiren olayları başlatan ilk adımdı. Sonraki günler Waelkens için yolculuk hazırlığı gibi geçti. Okuduğu kitap, alacağı eğitimi de belirlemişti. Arkeoloji okudu. 19 yaşına geldiğinde o yolculuğa çıkmak için hazır olduğunu hissediyordu. O yolculuğu şöyle anlatıyor, Marc Waelkens: “Hiç unutmuyorum, 11 Temmuz 1969 tarihinde Türkiye’ye geldim. Türkiye’de bir evde misafir olarak kalmıştım. Bazı kazılara katıldım. Sonrasında Hierapolis ve Afrodisias’da çalıştım. 1982 yılında İngilizler yeni bir projeye başlamışlardı. Çünkü o yıllarda Antalya çevresinde çok sayıda yeni yollar yapılmıştı. Bu bölgedeki son araştırma 1884 yılında gerçekleşmişti. Bu nedenle yüz yıl boyunca hiç bir bilim adamı burada çalışmamıştı. Biz bundan korktuk başta çünkü kaçak kazılar olabilirdi. Psidia bölgesindeki yüzeyde kalan kalıntıları inceledik ancak kazmak istemedik. Önce Yalvaç’ta çalıştık, daha sonra başka bir yer aradık ve 23 Ağustos 1983’te sabah çok erken saatlerde, o zaman yukarıda çok güzel bir ışık vardı, saat 7:30’da Sagalassos’a geldik. O zaman yol yoktu. Jeep gerekiyordu. Hayatımda Sagalassos gibi bir kent, hiç görmemiştim…”
GEÇMİŞİN SIRLARININ PEŞİNDEKİ BİLİM ADAMI
Altı yaşında okuduğu kitaptan etkilenerek çıktığı yolculuğun sonunda kendisini Burdur’un Ağlasun ilçesi yakınlarındaki Sagalassos Antik kentinde bulan Marc Waelkens, tahmin ettiğiniz gibi bugün Sagalassos kazılarını 20 yıldır yürüten dünyaca tanınan bir bilim insanı. Prof. Dr. Marc Waelkens, Belçika Katolik Leuven Üniversitesi bünyesinde sürdürdüğü Sagalassos kazıları, çok yönlü bilimsel çalışmalar ve disiplinler arası boyutuyla Türkiye’de örnek gösterilen kazılar arasında anılıyor. Çünkü Waelkens’in başkanlığındaki ekip, sadece arkeolojik kazı yapmakla kalmıyor, antik kenti çevreleyen çok geniş bir alanda yürütülen çalışmalarda elde edilen bulguları karbon testleri ve laboratuvar analizleri yaparak çok yönlü sonuçlar elde ediyorlar. Sonuçta Roma’nın Anadolu’daki en parlak kentlerinden biri sayılan Sagalassos ve çevresindeki yaşamın binlerce yıllık serüvenini keşfetme olanağı sağlıyorlar. Öyle ki, bu çalışmalarla iklim, jeolojik gelişim, tarım, hayvancılık hatta o dönemde gelişen seramik sanatının nasıl gelişip yok olduğunun izlerini sürmek mümkün.
‘BÜTÜN HAYATIM BURADA GEÇTİ’
Arkeolog- yazar dostum Nermin Bayçın ile birlikte Sagalassos’daki kazı evinde ziyaret ettiğimiz Prof. Waelkens’le sohbetimize, o ilk yolculuktan ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Prof. Welkens, büyülendiği Sagalassos’u bütün heyecanıyla anlatmayı sürdürüyor: “Binalar 15 metre yükseklikteydi ve ayakta kalmışlardı. Her tarafta seramik, metal ve cam parçaları gördük. Böyle bir ören yeri hiç görmemiştim, çok şaşırdım ve ikinci sene ben burada kalmak istiyorum dedim. İngilizler’e burada kazı yapıp yapmayacaklarını sordum, ‘hayır’ dediler ve bana bu konuda yardımcı oldular. Sagalassos’da kazı yapmak için izin istedim ancak izin alabileceğime hiç inanmıyordum. Ancak kazı iznini aldım. Kazılara başladıktan sonra yeterli para bulamayacağımdan korkuyordum, ama buldum ve şimdi çok büyük bir kazı oldu. Benim bütün hayatım burada geçti.”
180 KİŞİLİK BİLİM EKİBİNİ BULUŞTURAN KEŞİF HEYECANI
Prof. Waelkens, kazı evinin önündeki çınarları kendi elleriyle diktiğini anlatıyor. Bugün kocaman birer delikanlı olmuş olan Anadolu çınarlarının gölgesinde çalışan her ulustan bilim insanı bu kadim toprakların sırlarını keşfetmenin heyecanını yaşıyorlar. İçlerinde siyahî olanı da var, kuzeyli sarışınlar da. Ancak hepsini buluşturan en önemli özellik ekip ruhu, disiplin ve bilimsel merak. Yaklaşık 15-20 farklı disiplinden gelen uzman kazılarda çalışıyor. Bir başka deyişle yaklaşık 180 kişi Sagalassos’u yeniden ayağa kaldırmak için çalışıyor. Hem Türk hem de başka uluslara mensup bilim insanları, öğrenciler ve işçiler her gün 1700 metre rakımlı antik kente çıkıp iniyorlar.
‘SAGALASSOS İÇİN HER YIL 15 KONFERANS VERİYORUM’
Ancak bu kapsamlı kazı evini kurmak ve bugünkü konumuna getirmek hiç de kolay olmadı. Başlangıçta Belçika’da yabancı kazılar için bir akademi yoktu ve bu nedenle Prof. Waelkens’in Sagalassos için sponsor bulması oldukça zor olmuştu. Efes kazılarını Avusturya devleti ve Alman Arkeoloji Enstitüsünden kaynak sağlanıyordu ancak Sagalassos için böyle bir kaynak yoktu. Ancak Waelkens, Akdağ’ın yamacına inşa edilmiş bu muhteşem kenti ayağa kaldırmaya ve antik dönemdeki gibi yeniden canlandırmaya kararlıydı: “Biz projelerle çalışıyoruz. Üniversite ile birlikte her yıl 15 yeni proje geliştiriyoruz. Sagalassos ayakta kalan bir kent olduğu için burada konservasyon çok önemli. Kışın çok kar ve yağmur yağdığı için çok soğuk oluyor. Duvarlar için bu çok büyük bir sorun. Bu nedenle yeni teknikler kullanıyoruz. Eski kent şu ana kadar çok iyi bir durumda kalmış. Bankalardan, şirketlerden, zengin ailelerden; şimdi Türkiye’de de Aygaz bizi destekliyor. Yani özel kaynaklardan finans desteği bulmaya çalışıyoruz. 1990’da Belçika’da ‘Sagalassos Dostları’ adıyla bir vakıf kuruldu. Bu vakıf aracılığıyla Belçika’nın her yerinde Sagalassos’u anlatan konferanslar veriyorum. 1990’dan bugüne kadar toplam 496 konferans verdim. Demek ki her yıl yaklaşık 15 tane konferans vermişim. Bu şekilde restorasyon ve konservasyon için finans sağlıyorum. Bu konferanslarda Sagalassos’a yeni dostlar kazanıyoruz ve onlar da bizi destekliyor.”
‘KAZILAR İÇİN PARA BULMAK KOLAY DEĞİL’
Prof. Waelkens’e kazılar boyunca ne kadar bütçe harcandığını soruyoruz. Giderek daha çok hâkim olmaya başladığı Türkçesiyle, “Bunu söylemek çok zor ya!” diyerek yanıtlıyor: “Düşünüyorum, her yeni kazı döneminde yaklaşık 90 tane uçak bileti almam lazım. İki aylık bir kazı döneminde yaklaşık 500 milyon Euro gibi bir para gerekiyor. Sonra Belçika’da laboratuvarlarda analizler yapıyoruz, bunların parası hariç. Yaklaşık 30 kişi sürekli Sagalassos üzerinde çalışıyor. Bunlar, botanik, arkeo-zoolog, jeolog, jeomorfolog gibi disiplinlerden gelen bilim insanları. Gençler var, doktora yapıyorlar; bunlara da para ödemem gerekiyor. Bunların parası da ayrı. Demek ki çok büyük paralar bulmam lazım. Kolay değil.”
Sagalassos kazıları arkeoloji camiasında Efes’le kıyaslanıyor. Ancak Prof. Waelkens, “başka kazılar bizden belki de daha büyüktür, bilmiyorum” diye mütevazılık sergiliyor. Ancak, “çok büyük bir disiplin ile çalışıyoruz. Büyük bir kazı olduğunu düşünüyorum. Bazıları Sagalassos kazılarını klasik döneme ait kazılar içinde iyi bir örnek olduğunu söylüyorlar, öyle duyuyorum.” diye de ekliyor.
SAGALASSOSLU’LAR LUWİ’LERİN DEVAMI
Prof. Waelkens’e göre Sagalassoslular, Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Luwi’lerin bir uzantısı. O’na göre Luwi’ler, M.Ö 3 bin 200’de Hititler’le birlikte Tarans Kafkasya’dan Anadolu’ya gelmişler. Hititliler’le akrabalar. Geçmişte birlikte yaşamışlar ancak Anadolu’ya geldikten sonra iki ayrı grup oluşturmuşlar. Luwi’ler Batı ve Güney Anadolu’da, Hititler ise Orta Anadolu’da yaşamışlar. Luwi’ler her zaman güneyde kalmışlar. Welkens, Hitit krallarından birinin mektubunda bu bölgede ‘Salamassa’ adından önemli bir yerleşimin adının geçtiğini söylüyor. Waelkens’e göre ‘Salamassa’, Sagalassos idi. Çünkü Tunç Çağı’na ait seramikler bulmuşlar burada: “Burdur ovasında M.Ö 6 bin 500 yılından bugüne kadar seramikçilik devam ediyor. Bugün yakınlardaki Çanaklı köyünde hala devam ediyor seramikçilik. Yukarı mahallede 82 tane antik fırın bulduk. 15 tanesini kazdık, yeni kazılar devam ediyor. Bana buradaki göre yerleşim sürekli devam etti. Şu anda kazılarda elde ettiğimiz en eski buluntular M.Ö V. yüzyıla ait. Klasik dönemdeyiz. Eski Yunan kaynaklarından bu bölgeyi biliyoruz. Luwiler’in bu bölgesi daha sonra Pisidya adını aldı. Sagalassoslu’lar, Pisidyalı’ydılar. Sagalassos, Pisidya ve Göller Bölgesi’nin en önemli Roma kentiydi. 3 bin 500 ila 5 bin kişi arasında bir nüfus yaşadı burada. Etraftaki tarlalar ve çiftliklerde yaşayanlarla belki 15 bin kişiye ulaşmıştır.”
KANLI SAVAŞTA ÖLEN 500 SAGALASSOSLU’NUN ÇIĞLIĞI
Büyük İskender M.Ö 333’de Sagalassos’a gelmiş. Önce diğer önemli Psidia kenti olan Termessos’u almak istemiş ancak burayı kontrol altına almasının altı yedi ay süreceğini anlayınca bu fikrinden vazgeçmiş. Prof. Waelkens, o dönemde Pisidya’nın en önemli kentinin Selge olduğunu söylüyor. Selgeliler İskender’le anlaşırlar ancak Sagalassos ve Termessos İskender’le işbirliği yapmaya yanaşmaz. Çünkü eski kaynaklara göre Sagalassos’lular çok iyi asker olmalarıyla tanınıyorlar. Pers ordusunda paralı asker olarak da çalışan Sagalasoslu’lar böylece Yunan kültürünü de öğreniyorlar ancak bütün bunlar İskender büyük bir ordu ile kuşattığı kenti ele geçirmesini engellemeye yetmiyor. Bugün kentin güneyinde bulunan ve adına ‘İskender Tepesi’ denilen bölgede çok kanlı bir savaş yaşanıyor. Waelkens, bu kanlı savaşın Yunan kaynaklarında çok detaylı olarak anlatıldığını, bu nedenle savaşın yapıldığı yeri çok iyi bildiklerini söylüyor. Kanlı savaşa sahne olan İskender tepesi aynı zamanda nekropol olarak kullanılmış. Erken Bizans döneminde ise burada bir kilise, sonra da bir kale yapılmış. Waelkens’i dinlerken tarih gözümüzün önünde canlanıyor adeta. 2 bin 345 yıl önce bu tepede yaşanan kanlı savaşta ölen 500 Sagalassoslu’nun çığlıkları bu dağlarda esen rüzgârda hala yankılanıyor sanki.
4 BİN 200 YILLIK TARIMIN TARİHİ AYDINLANIYOR
İskender’den sonra Sagalassos’da eski Yunanca ve Rumca konuşulduğunu ancak Sagalassoslu’ların hiçbir zaman Yunanlı olmadıklarını anlatıyor Waelkens. Ancak İskender dönemine ait buluntuların çok az olduğunu söylüyor. Bölgenin yerleşim tarihini kapsamlı biçimde araştırdıklarını anlatan Waelkens, kentteki ilk büyük yapıların M.Ö 100 yılında inşa edildiğini söylüyor. Ardından kentte seramik endüstrisi başlıyor. Prof. Waelkens’in araştırma ekibi, geçtiğimiz yıl Burdur ovasında yapılan çalışmalarda yaklaşık on tane kalkolitik döneme ait yeni yerleşimler tespit ettiler. Bazıları çok büyük olan bu yerleşimlerin yanında ayrıca Tunç Çağı’na ait olduğu ortaya çıkan ve içinde iskeletler de olan bir nekropol bulundu. Waelkens, ekipteki jeomorfologların 12 metrelik derinliğe kadar toprak örnekleri aldıklarını, bu örneklerin içinde bulunan polenlerden bölgenin iklim tarihlerini tespit edebildiklerini söylüyor: “Yaklaşık 10 bin yıllık iklim tarihini polen analizleriyle öğreniyoruz. Yaptığımız bu analizlerde Ağlasun ovasında tarımın M.Ö 4 bin 200 yıllarında başladığını öğreniyoruz. Demek ki orta kalkolitik döneminde ilk tarım yapanlar bu bölgeye yerleşmişler. Polen analizlerinden öğrendiğimize göre, bugün sadece 900 metre yükseklikte yetişen zeytinin, o dönemde 1400 metre yüksekliğe kadar üretimi yapılmış. Buğday, mısır, zeytinyağı ve seramik ihracatı kenti çok zenginleştirmiş. Biz burada tek bir şey aramıyoruz. Hepsi bir bütün bizim için. Çünkü insanların eski dönemde nasıl yaşadıklarını, ne yediklerini, sağlık sorunlarını öğrenmek istiyoruz. Sadece kent değil, tarım. Her şey bu bütün için bir parçadır. Biz restorasyon yaparken tek bir binayı restore etmiyoruz. Çünkü bütünü göstermek istiyoruz.”
SAGALASSOS’UN EN PARLAK GÜNLERİ
Prof. Waelkens, Sagalassos için en önemli dönemin Roma egemenliğine girdikten sonra başladığını söylüyor. O’na göre Sagalassoslu’lar diğer Pisidyalılardan çok farklıydılar. Çünkü Roma’da bir yenilik, yeni bir teknik gelişme olduğunda önce Sagalassos’da uygulanıyordu. Diğer Pisidya kentlerinde ise ancak 5-10 yıl sonra görülüyordu bu yenilikler. Sagalassos’daki mimari yapılar Korinth stilindeydi. Diğer kentlerde ise Dorik stili hâkimdi. Waelkens, Sagalassoslu’ların çok akıllı insanlar olduklarını anlatıyor: “Her zaman yeniliği, teknolojiyi, mimariyi, cam ve seramik endüstrisini burada yapmışlar. M.S 25’den, M.S 14’e kadar üç kat büyümüştür kent. Çok büyük bir ket olduğunda da hemen mimari gelişme başladı. M.S 2. yüzyıla ait hamamın zemininde, (burası Anadolu’nun en eski Roma hamamı). Roma Cumhuriyeti dönemindeki meclis binası 220 kişi için inşa edilmişti. Bu yapının demokrasi için sembolik bir fonksiyonu vardı. Bütün yapılar aynı oryantasyonla yapılmıştı. Ama çok çabuk kötü bir sisteme doğru gitti. Çünkü o dönemde vergiler, kiralar çok yüksek tutulmuş. Herkesin ödeyebileceği bir oranda değildi. O dönemde halkın birçoğu kentin dışına gitmiş. O zaman bir kişi eğer belediye başkanı ya da bir yönetici olmak isterse çok zengin olması gerekiyordu. Çünkü unvanların parayla alınabildiği bir döneme gelindi. Sadece zenginlerin politika yapmasıyla birlikte demokrasi bitti.”
ROMA VE FRANSA’DAN 50 BİN KOLONİST ÇİFTLİKLERE YERLEŞTİRİLDİ
Prof. Waelkens, bu bölgenin 300 yıl savaşmadan, barış içinde yaşadığını ve Roma imparatoru Augustus’un bu bölgede altı tane koloni kurduğunu söylüyor. Roma ve Güney Fransa’dan yaklaşık 50 bin kişi bereketli topraklara sahip olan bu bölgeye yerleştirilmiş. Bu nedenle ticari potansiyel gelişerek büyümüş. En büyük koloni, bugünkü adı Yalvaç olan Pisidya Antiokheia’sı idi. Bu dönemde Yalvaç’tan Perge’ye kadar uzanan ve Sabesta adı verilen çok büyük ve çok iyi bir yol yaptırdı. Yol, bugünkü Çubuk Beli yanından geçiyordu. İmparator Tiberius’tan gelen bir mektupta anlatıldığına göre, Sagalassos’un denize ulaşımı bu yolla sağlanıyordu. Önceleri sadece bölge için üretilen seramikler giderek bütün Doğu Akdeniz’e ulaşmaya başladı. Öyle ki, bazı zenginler bu bölgedeki ovalarda büyük çiftlikler yaptırıp buralarda yaşadılar. Bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkartılan çok büyük mezarlar bunun göstergesi. Waelkens’e göre o dönem bölge için bir şans vardı çünkü İmparator Augustus ile birlikte iklim ılımanlaşmaya başlamış, bölge bir iki derece daha sıcak olmuştu.
MISIR’IN BALIĞI, SAGALASSOS’UN KERESTESİ
Sagalassos, çağının ihtişamlı kentleri arasında yerini almak için giderek zenginleşiyordu. Çevredeki zengin ormanlarda yetişen çamlardan elde edilen keresteler Kestros (Aksu) ırmağından Akdeniz’e ulaştırılıyordu. Özellikle Mısır’a bu bölgeden kereste ihracatı yapılıyordu. Çünkü Mısır’da gemi yapımı için ihtiyaç olan ağaçlar yoktu. Aynı zamanda Mısır’dan Sagalassos’a başka mallar geliyordu. Bugün bile örneği olmayan karşılıklı bir ticaret ve kültür alışverişi sürüyordu. Öyle ki, Waelkens’in anlattığına göre Mısır’ın tanrıları bile o dönemde Sagalassos’da çok popüler olmuşlar. Kentin hamamında yaptıkları kazılarda Mısır’dan gelen kabartmalar bulduklarını söylüyor. Ayrıca kazılarda ilk kez bulunan bir balık kemiğinde yapılan DNA analizleri sonucu Nil’de yaşayan türlerden olduğu, yedi yüz yıl boyunca Mısır’dan Sagalassos’a dört çeşit kurutulmuş balık getirildiği anlaşılmış.
SAGALASSOS’UN GÖRKEMLİ YÜZYILI
Sagalassos’un zengin ailelerinin kent için çok para harcadıklarını anlatıyor Waelkens. Kentteki bütün binalar yaklaşık yüzde altmış özel kaynaklarla yapılmış. Roma, bazı ailelere vatandaşlık hakkı vermiş. Bir kuşak sonra bazı Sagalassoslu’lar Roma meclisinde politika yapmışlar ve pek çok yapı inşa etmişler. M.Ö 1. yüzyılda ise genellikle bu binaların hepsi imparatora ithaf edilmeye başlamış. Böylece imparatora dostluklarını gösterdiklerini düşünüyorlarmış. Ancak ikinci yüzyılda sistem değişmeye başlamış. Bu dönem, Roma’nın ikinci önemli imparatoru olan Hadrianus’la başlıyor. Hadrianus’la birlikte Likya ve Pamfilya ile birlikte Pisidia için de imparatorluk kültü için bir merkezi ihtiyacı ortaya çıktı. Sagalassos imparatorluk kültü için seçilen yeni merkez oldu. Her yıl bütün Pisidia kentlerinden insanlar imparatorluk festivali ve oyunlar için Sagalassos’a geliyorlar ve burada bolca para harcıyorlardı. Kent bu festivaller sayesinde zenginliğine zenginlik katmaya başlamış. Hadrianus Sagalassos’un Pisidia’nın en önemli kenti olduğunu söyleyerek kenti onurlandırmış, ayrıca sikke ve yazıtların yanında çıkartılan kanunla da bu ‘önemlilik’ da kayıt altına alınmış.
ANITSAL ÇEŞMELERİN İHTİŞAMI
Sagalassos’un yukarı kısmında bulunan tiyatro 9 bin kişi kapasiteli inşa edilmiş ancak kentin nüfusu, 3 bin 500 ila 5 bin arasında değişmiş. Hamam her yıl daha büyümüş ve Efes’teki hamamların büyüklüğüne ulaşmış. Odeon çok büyük ve kapalı bir tiyatro olarak kullanılmış. Demek ki Sagalassos sürekli dışarıdan gelen misafirleri ağırlamış ve bu kalabalığın daha da artacağı beklentisiyle kentin yapıları yüksek kapasiteli inşa edilmiş. Kentin zengin aileleri imparatora ithaf edilen çok sayıda büyük yapılar inşa etmelerinin yanında halkın kullanması için görkemli çeşmeler de yaptırmışlar. Prof. Waelkens, M.S ikinci yüzyılda Sagalassos’da yeni bir çeşme tipi görüldüğünü söylüyor. ‘Nympheum’ (anıtsal çeşme) adı verilen bu yeni çeşmelerin önünde büyük bir havuz bulunuyor. Sütunların ortasında heykeller ve nişler yapılıyor. Nişlerin içinde ise bu çeşmeleri yaptıran kişiler ve ailelerinin, imparator ve tanrılar ile yan yana heykelleri konuluyor. Waelkens, bunun anlamının çok büyük bir atfetme olduğunu söylüyor.
‘BURADAKİ SU AVRUPA’DA YOK’
Waelkens ve ekibi, 2007 yılında bu çeşmelerden birini yeniden inşa etmişler. Çünkü yapının yüzde doksanına ait parçalarının yerinde olduğunu fark etmişler. Üstelik çeşmenin antik dönemde kullandığı su kaynağını da bularak aynı şekilde bugün de akmasını sağlamışlar. Waelkens, “çok temiz ve çok soğuk” dediği bu suyun analizini yaptırmak üzere Belçika’ya götürdüklerini ve analiz sonucunda Avrupa’da hata İsviçre’de bile bu kalitede bir suyun bulunmadığını anladıklarını söylüyor. “Belki de Türkiye’nin en iyi kaynak suyu” diyor.
ÇEŞMELER BUGÜN DE ANTİK DÖNEMDEKİ SU İLE ÇALIŞIYOR
Sagalassos’da imparatorluk döneminde dört tane anıtsal çeşme inşa edilmiş. Geçtiğimiz yıl yukarı agorada açılan çeşme de antik dönemdeki su kaynağı ile çalışıyor. Antik kentteki çalışmaların en dikkat çeken yanı bütüncül bir çalışmanın yürütülüyor olması. Antik kentteki kalıntıların orijinal elemanlarının, en az yüzde seksen beşinin bulunması durumunda restore ettiklerini, yoksa konservasyon yaptıklarını söylüyor Prof. Waelkens.
DÜNYANIN EN GÜZEL HEYKELLERİ
Kentteki buluntular arasında öne çıkanlar hiç kuşkusuz benzersiz heykeller. 2007 yılında büyük hamamda bulunan Hadrianus dönemine ait imparator kültü için yapılmış devasa heykel en önemli parçalardan biri. Waelkens, bu gibi heykeller yaptıran Sagalassoslu’ların imparatora teşekkür etmek istediklerini söylüyor: “Bu heykellerin yüksekliği 5 metre idi. Sadece baş, eller ve ayaklar mermer, diğer parçalar, ağaç üstünde bronz, bronz üstünde altın ve gümüş kaplamaydı. Bu konuda çok şanslıydık çünkü altı heykelin kafalarını bütün ve sağlam olarak bulduk. Hadrianus başı, arkeolojik dönem için Hadrianus’un dünyanın en güzel portresi olarak biliniyor. 2007’de Londra’da Hadrianus sergisi yapıldı ve o zaman Sagalassos’da bulduğumuz Hadrianus başı ilk kez Burdur’dan başka bir yere giderek bu serginin en önemli parçası oldu. 250 bin kişi bu sergiyi ziyaret etti.”
‘VE SAGALASSOS BİTTİ…’
Sagalassos’da 15 metre yüksekliği olan bir Heron (kahraman) anıtı ve çatısına kadar ayakta kalabilmiş bir meclis binası bulunuyor. Bunun yanında Antoninler çeşmesi var. Sütunları 13,5 metre yükseklikteki çeşmenin, İmparator Claudius’a ithaf edilen bir giriş kapısıyla takı bulunuyor. M.S II. yüzyılın sonuna kadar çok zengin bir kent olarak varlığını sürdüren Sagalassos, M.S III. yüzyılda küçük bir kriz yaşasa da bundan fazla etkilenmez. Ancak M.S IV. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 525’e süren büyük kriz kenti olumsuz etkiler. Bu dönemden sonra kullanılmayan tapınaklar Hıristiyanlar tarafından kiliseye dönüştürülür. M.S 500’de büyük bir deprem yaşayan kent, o döneme kadar zenginliğini sürdürür. Büyük bir estetik anlayışı ile yeni binalar inşa edilir, sokaklarda tamiratlar, restorasyonlar yapılır. Ancak M.S V. yüzyılın ortalarında bu çalışmaların dışında başka bir şehir ortaya çıkmaya başlar. Waelkens, o dönemi şöyle anlatıyor: “Şehir giderek büyük bir tarım köyüne dönüşüyor. Bu değişikliğin nedeni, M.S 541 ve 42 yıllarında Mısır’dan gelen veba salgını. Eski kaynaklar ve son araştırmalara göre o zaman bütün Anadolu’da yüzde 32 nüfus ölmüş. Çok zengin aileler ölmüş. Tarım işçileri ölünce zengin çiftlik sahipleri kendileri tarım yapmaya başlamış. Vebadan sonra görüyoruz ki kent içinde bile tarım yapılmaya başlanmış. M.S 620 yılı ortasında merkezi Sagalassos olan büyük bir deprem daha oluyor. Bu konuda çok araştırma yaptık. Sagalassos’un içinde bir fay hattı bulunuyor. Depremin merkez üssü burası. Bu çok korkunç bir depremmiş. O zaman nüfusun büyük çoğunluğu ölmüş. M.S VII. yüzyılda kentin etrafında çok sayıda küçük köy oluşmuş. Bu köylerdeki yerleşim Selçuklular dönemine kadar sürdü. Daha sonra aşağıya, bugünkü Ağlasun’un bulunduğu yere taşındı kent ve Sagalassos bitti…”
‘DAHA ÇOK TARIM İÇİN AĞAÇLARI KESTİLER AMA TARIM BİTTİ’
Ait olduğu coğrafyanın değerleriyle var olan, giderek zenginleşen ve Roma’nın Anadolu’daki en görkemli kentlerinden biri haline gelen Sagalassos’u tarihten silen kuşkusuz sadece depremler değildi. Mısır ve Akdeniz’in diğer uygarlıklarına satılan seramiklerin üretimi için yaklaşık 250 seramik fırını olduğu söyleniyor. Waelkens’in de belirttiği gibi bu fırınların 82 tanesi kazılarda ortaya çıkarılmış. Ancak hem bu seramik fırınlarının hem de kolonilerde kurulan devasa çiftlikler için yeni tarlalar açmak uğruna yok edilen ağaçların da kentin sonunu hazırlayan etkenlerden birini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu konuda ortaya çıkan bulguları ve görüşlerini sorduğumuz Prof. Waelkens, son yirmi yılda bölgede çok sayıda polen analizi yaptıklarını belirterek şu yanıtı veriyor: “bitkilerin tarihlerini iyi biliyoruz. Sagalassoslu’lar, o dönem daha fazla tarım yapabilmek için ormanlardaki ağaçları kestiler. Ama yerine yeni ağaçlar diktiler. Sadece M.S 650’de iklim tekrar değişmiş, daha soğuk ve daha kuru olmuş. O zaman bölgede tarım bitti. Tarımın yerini daha sonra hayvancılık almış. Keçi yetiştirmişler. Bu keçiler bütün ağaçları ve bitkileri yemişler ve çok büyük bir erozyon ortaya çıkmış. Erozyonla kent toprak altında kalmış. Bu erozyon bizim için bir şans idi çünkü keçiler olmasaydı Sagalassos’da bu kadar ayakta kalan yapıları bulmamız mümkün değildi.”
TÜRKLERİN BÖLGEYE GELMESİYLE SAGALASSOS, ‘AĞLASUN’ OLMUŞ
Sagalassos ve Ağlasun aynı kentin iki farklı söylenişi gibi algılansa da aslında iç içe geçmiş bir tarihi barındırıyor. Waelkens’in andığı keçilerin torunları bugün hala Ağlasun dağlarında varlığını sürdürüyor. M.S 13. yüzyılda Selçuklular’ın bölgeyi ele geçirmesiyle antik kentin kalıntıları üzerinde ve çevresindeki küçük köylerde yaşayanlar aşağıya, bugünkü Ağlasun’a yerleştirilmiş. Bir zamanların ihtişamlı kenti Sagalassos da Ağlasun adını almış.
‘BENİMLE SAVAŞMA, KAZANIRSAN KAYBEDERSİN’
Ancak bütün bunlar bir yana ortada olan tek gerçek şu ki, sahip olunan değerlerin zenginlik kaynağı olduğu kadar, yok oluşun da kaynağı olabileceğini gösteriyor. Antik kenti kısa sürede zenginleştiren, Anadolu’nun en gösterişli kentleri arasına yerleştiren tarımsal üretimin kontrolsüz biçimde sürmesi, daha çok üretmek için daha çok ormanın yok edilmesi kentin sonunu getiren etkenlerden biri olmuş. Sagalassos’un öyküsü, bize insanlık tarihi kadar eski olan hırslarımızla yüzleşme fırsatı sunuyor: Doğa ile savaşma çünkü kazanırsan kaybedersin…
*Hakan Günday- Azil (Doğan Kitap)Yusuf Yavuz Haberleri
]]>