İnsan bir ağaçla uyanır güne bazen. Şah ardıcın ormanı kaplayan kollarının arasında bulur kendini. Bazen de koyu lacivert bir kadim kentin maki ormanında. At nalına benzeyen taştan bir tiyatronun ucundan sandal çiçeği denizine atlayıverir. Ak köpükten kanatlarıyla tutkudan bir küheylan olup göğe yükselir sonra. Çünkü milyon yıllık çekirdeğinin yazgısı budur: İnsan göğe yükselmezse ölür...
***
Serin bir bahar sabahının yaprak kokulu düşleri ya da sımsıcak bir yaz gecesinin ıtırlı gülüşleri...
İnsan bazen bir ağaçla düşer zamanın o sonsuz boşluğuna...
Tek bir çizgi üstünde akıp giden ömrün kıyısındaki ormana atıverir kendini. Kasvet ormanından çekip çıkarır, ince kırılgan dalları olan bir orman ağacı…
Tedirginliğin hoyrat rüzgarında yaprakları dökülmüş, ruhsuzluğun iç yangınında özsuyu çekilmiştir. Ama yine de bir ağaç gövdesi direnmeyi bilir, hoyratlığın sert fırtınalarına. Dallarını birer birer iki yana düşürse de yabanın dikenli elleri, tomur tomur sürgünlerini içine gömse de kekreliğin acıtıcı dilleri, bir ağaç gövdesi ışığa yürümeyi bilir.
Çünkü milyon yıllık çekirdeğin kuralı budur: Milyon kez daldan düşüp yuvarlanmak toprağa, milyon kez kendinden geçip çıkmak düştüğün dala. Bazen bir kuşun gagasında, bazen bir sincabın telaşlı ellerinde, kimi zaman da rüzgârın kanadında...
Bir ağaç gövdesinin yazgısı çekirdeğin kuralına uymaktır. Bu yüzden gövdesine yıkıcı ellerin baltası değmemiş ağaçlar hep ayakta ölürler.
İnsan bazen bir ağaç kokusuyla açar, yaşamın en doyurucu azığı olan düşlerin çıkınını. Bir alıç kokusu çıkıp gelir bazen, küçük bir torbadan uzanan ellerle. Virane olmuş bir kadim kentte dizine batan kurumuş pirnal yaprağıdır bazen. Saklandığı sabun kokan bir tespih çalısı giliğinden çıkıverir kimi zaman. Yabani bir yasemin çiçeğinden uçuveren allı-morlu bir arının kanatlarıyla göğe çizdiği şekilsiz aynadan bakarsın bazen. Gümüşi taşların hafızasına kazınır bazen o sonsuz kayboluşların sırrı. İçine içine bağırarak dışını kaplayan tüm evrene duyurmak istediğin bir çığlıktır yüreğinden dökülen.
Ah bir bahar günü soluğundan buğulanan camlara dalar gidersin. Delirme hakkını kullanıp, yaşamı sonsuza kadar içine çekmek ve öylece ortalıktan kaybolmak isteyen ışıklı gözlere dalarsın. Hep gerçek bir kırlangıç olmak ve sonra da uçup uçup dalında soluklanmak isteyen o zamansız yüreğe dalarsın.
Katırtırnakları mıydı, keçiboğan çalısı mı; o krom sarısı çiçeklerin insanı delirten kokuları yağar üzerine, tenin sırılsıklam olur. Yerin ve göğün arasında söylenmemiş sözler ararsın, bu çarpma duygusunu anlatmaya. Kuşlar dersin, sakız ağaçları, anemonlar; ah o ayva tüylü salvialar...
İnsan bir ağaçla uyanır güne bazen. Şah ardıcın ormanı kaplayan kollarının arasında bulur kendini. Bazen de koyu lacivert bir kadim kentin maki ormanında. At nalına benzeyen taştan bir tiyatronun ucundan sandal çiçeği denizine atlayıverir. Ak köpükten kanatlarıyla tutkudan bir küheylan olup göğe yükselir sonra. Çünkü milyon yıllık çekirdeğinin yazgısı budur: İnsan göğe yükselmezse ölür...
İnsan ağaçtan bir düşle uyanır bazen. Likya'nın ışıklı dağlarında, yeşil yaylalarında; Pisidya'nın göllerinde, buğulu ormanlarında kaybolup gider gibi bir düş. Hoyran'da bir çitlembik ağacı, tarih kokan bir defne ya da güz çiğdemi ya da bir taşlı armut çıkıp gelir buğulu ormanın içinden. Çünkü yaşamın kitab-ı mukaddesinin kuralı böyledir; insan düşlemezse ölür...
İnsan bazen bir ağaçla başlar güne. Çünkü ancak bir ağaçtan geçerek varır kendine...
***
(Yazı ve fotoğraflar: Yusuf Yavuz)
]]>