Prof. Dr. Tolga Yarman
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Tolga Yarman
 

Nükleer Enerji: Dünya Ve Türkiye(1. Bölüm)

Aşağıdaki metin; Prof. T. Yarman’ın, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun (İKK), Ataköy, Yunus Emre Kültür Merkezi’nde, gerçekleştirdiği, Alternatif Nükleer Zirve’de, “çağrılı” olarak yaptığı konuşmanın dökümdür. Bu metin, söz konusu “Zirve” zemininde hazırlanan Kitap’ta, yer almaktadır. Bu, son baskıdan bir önceki baskı. Sevgili Nihal herkese yolluyormuş bunu galiba. 50 sene önce söylediklerimle hiçbir şekilde çelişki içerisinde olmadığımı memnuniyetle ifade edebilirim. 4. baskısını yaptı bu kitap. Bunu edinmenizi diliyorum. Sevgili Nihal’de PDF’si var. Son baskısının mı PDF’sidir, ona bir bakalım istersen, Nihalcim; çünkü 4. baskısını yaptı. Bu mesela bir önceki baskı. Yeni baskı iki kat daha hacimli. Bir defa, bir nükleer reaktöre bakalım. Bu beni niye büyülüyor, onu söyleyeyim. Hâlâ büyülüyor. Aslında muhteşem bir mühendislik. Ancak, benim öğrencilik yıllarımda, bu “hayvanın” neler yapabileceğine dair öngörülerimizin oldukça “basit” (indirgemeci) olduğunu bir bilim adamı dürüstlüğüyle ifade etmem gerek. Ama burada muhteşem bir şey var. Şurada, kırımızı boyalı, bir kalp var, etrafında zırh var. Bilek kalınlığında bir çelik zırhtır, şapkası da bilek kalınlığındadır. Bilek kalınlığında bijonlarla, vidalarla vidalanmıştır. Bunun sebebini birazdan beraberce anlayacağız. Burada nükleer enerji ürer. “Nükleer enerji” ürer demek… İçeride biraz zenginleştirilmiş uranyum vardır, su ve biraz da zenginleştirilmiş uranyum… Su, aynı zamanda soğutucudur, aynı zamanda yavaşlatıcıdır. Yavaş nötronlarla daha iyi, daha verimli fisyon, yani atom çekirdeklerini kırma imkânımız olur. Atom çekirdekleri dediğim zaman, bir tırnak boyunun 100 milyonda biri atom boyutudur, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Yani inanılmaz bir resimle karşı karşıyayız. Bir tırnak boyunun 100 milyonda biri, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Nötronlarla karşılaşması halinde bu kırılabilir ve büyük bir enerji açığa çıkar… “Nükleer enerji” ürer demek, bu demektir… Ne kadar büyük bir enerji açığa çıkabilir? Mesela, şu kadarcık (Tolga Hoca burada kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), uranyum 235’le tam bu kadar. Uranyum 235’le Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca üretebileceği kadar enerji üretebiliriz. Ama doğada uranyum 235 izotopu yüzde 1 kadardır. Demek ki şu kadarcığın (Tolga Hoca burada yine kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), 100 katı kadar bir hacimde… Biraz zenginleştirirseniz, yine akla ziyan sayılabilecek küçük bir hacimle Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca ürettiği kadar çok enerji üretebilirsiniz. Enerjiyi, dışarıya su buharı olarak alırsınız. Türbine, bir alternatör bağlıdır, buradan dışarıya elektrik veririz. Muhteşem bir şey. 1967’de üniversiteyi bitirmiştim. Bir sene İTÜ’de, Nükleer Enerji Enstitüsü’nde bulundum, sonra MIT’ye (Massachusetts Institute of Technology) gittim, orada doktora yaptım. Çok keyifle çalıştım. Şimdi akademik olarak yaptıklarımı orada edindiğim bilgiler olmadan yapma şansım olmazdı. Onu da ifade etmeyi dilerim. GEÇMİŞTE VE BUGÜN NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMA ZEMİNİ [TALEP] – [TALEBE BUNU KARŞILAYACAK BİLİNEN KAYNAKALARIN KATKISI] = [BELLİ BİR AÇIK]. [BU AÇIĞI KAPATABİLECEK TEK SEÇENEK]  = [NÜKLEER ENERJİ ÜRETİMİ]. Yansıda gördüğümüz bu denklemler çok basit denklemler. Çok söylediğim sözün anonimleşmesinden, çok mutlu oluyorum doğrusunu isterseniz. Kimin söylediği unutulmuş olsa dahi, mesela, “Türkiye’de enerji sorunu yoktur, bir enerji yönetim sorunu vardır” sözüm çok anonimleşmiştir. Bunun gibi, “Ortadoğu’nun göbeğinde el parasıyla nükleer gerdeğe giremezsiniz” sözüm anonimleşmiştir. Benzer başka sözlerim de var (anonimleşmiş olan); birazdan göreceğiz. Bu da onlar gibi anonimleşmiş bir açıklamam. Aslında kimse ne yaptığının farkında değildi ve bazen konuşulanları mantıksal olarak denkleme dökmek dahi çok öğretici oluyor. Çok basit iki tane denklem söyleyeceğim, ama insanlar bu denklemlerin nasıl bir yapıda olduklarını fark etmiyorlardı. Bir süre, aslında denklemleri ilk duyduğumuz zaman çok inandırıcı, fakat giderek bu denklemlerin ciddi olarak kırıldığını gördük, beraberce izledik. Nükleer enerji tartışma zemini şu iki denklem, “ikna edici” iki denklem üzerine oturuyordu. Benim MIT’de olduğum yıllarda bütün dünyayı ikna eden denklemlerdi bunlar. (Onları, böyle yazan yoktu, ama bu anlam konuşuluyordu ve duraksamasız, ikna olunuyordu…) Burada bir talep var. Sonra, bunu karşılayacak olan bilinen kaynakların katkısı yer alıyor; işte kömür, su enerjisi, alternatifler… 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğünü yaptığım evrelerde alternatifler ihmal edilebilecek mertebede katkılar sağlıyorlardı; ama ileriye dönük umutlar da vaat ediyorlardı. Dalga enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji ve saire. Ama Türkiye açısından talep “eksi” (“-“ işareti) özellikle kömür ve hidro potansiyel gücü, eşittir bir “açık”voluyordu… Talep eğrilerine bakarsanız, bunlar polinomiyal birtakım resimlere bugüne kadar nasıl geldiğine dair çizgi çekilip, oturtularak, oradan, eşyanın tabiatının kaldırmayacağı bir izdüşümle çıkartılırdı… Talebi karşılayacak şu kadar potansiyel kömürümüz var, bu kadar linyitimiz var, bu kadar su gücümüz var. Bunlardan azami şu kadar enerji elde edebiliriz” deniliyordu ve buna karşılık belli bir “açık” ortaya çıkıyordu. 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğü yaptığımda, bütün raporlarda bu yaklaşım bu kadar bariz bir şekilde, ayrıca tartışmaya açık şekilde zikredilmemiş olarak bulunuyordu. İkinci denklemde, o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji üretimi olarak görülüyordu. Bugün nükleer enerjiyi savunanların zihinlerinde bu iki denklem hâlâ var. Bakın, talep böyle gidiyor. Şöyle karşılayabiliriz. İkisinin arasında şöyle bir açık var. Nükleer enerjiden başka herhangi bir enerji kaynağıyla karşılayamıyoruz. Bu deniliyordu!.. O evrede nükleer kazalar olmamıştı, nükleer enerji, fevkalade temiz ve fevkalade ucuz enerji kaynağı olarak biliniyordu, demin gösterdiğim nükleer santral resmi fevkalade cazip görünüyordu. Birazdan açıklayacağım bu iki denklemin bütün girdileri çatır çatır çöktü. Yani ne talep sanıldığı kadar yüksek seyretti, ne talebi karşılayacak olan enerji kaynaklarının hacmi sanıldığı kadar az çıktı, ne de bir açık ortaya geldi, hatta ne de o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji olarak durdu. Ayrıca, mevcut uranyum kaynaklarına –ki, dünyada 6 milyon ton kadar- mevcut kurulu nükleer gücünün 3-4 katı kadar, bilemediniz 5 katı kadar bir kurulu nükleer güç ancak ilave edebileceğimiz sonucu, gündeme geliyor. Kısacası, açıkladığım denklemler çöktü. Demek ki, bu felsefî yaklaşım, nükleer enerji üretiminin, hatta tek seçenek olarak gündeme getirilmesini savunabileceğimiz bir matematik çerçeve olmaktan iyice uzak düştü. Bunu bir defa dikkatinize getirmek istiyorum. Burada, nükleer enerji üretiminin yıllara göre nasıl değiştiğini resmediyoruz. Bu resim bence fevkalade. Bu resim üzerinde biraz duracağım, hatta konuşmamın özünü bu resim teşkil edecek, diyebilirim. Bu resmi anlamak için şöyle bakmanızı öneriyorum. Burada aslında (dik eksende) yılda üretilen nükleer enerji olmakla beraber, tavanı, 400 bin megavat, yani 400 Keban Barajı kadar kurulu güç olarak algılayabiliriz. Yani, Dünyada halihazırda kurulu 400 Keban Barajı eşdeğeri nükleer santral vardır. Yuvarlak söylüyorum. Bu çerçevede, kurulu nükleer santralların yıllar boyunca nasıl bir kuruluş ve dolayısıyla işletme resmi izlediğini aktaracağım size. Bu resim üzerinde dünya enerji siyasasını göreceğiz, mezhep savaşlarını göreceğiz. Çok şaşıracaksınız. Bu resme iyi bakan uzman gözler, bu resimden saatlerce konuşulabilecek kadar hacimli bilgileri görebilir, aktarabilirler… 1970… Ben burada, MIT’de nükleer bilimler doktora öğrencisiyim. Burada nükleer santral henüz çok yeni. Reaktörlere geziler yapardı hocalarımız; bizleri götürürlerdi, heyecanla izlerdik. Çünkü netice itibarıyla başlı başına şu resim bir heyecan kaynağı oluştururdu. Türkiye’ye dönük olarak da adımlar atılmıştı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, benim MIT’de bulunduğum yıllarda, hatta ondan önce, 1967-1968’de mevcuttu. Dikkat ederseniz, eğri şöyle yükselmeye devam ediyor. Şurası 400 bin megavat olduğuna göre, şurası demek ki 100, 200, 300, 400 diye gidiyor. 100 bin megavat. Demek ki 100 tane Keban Barajı kadar nükleer santral kuruluyor. Şurada bir duracağım. Ben 1972’de döndüm. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi Akkuyu mevkii nükleer santral yeri olarak seçti. Birazdan geleceğim. Genelkurmay Başkanlığı Karadeniz sahiline izin vermemişti o zaman; burası, Yunanistan ve Bulgaristan’a yakınlığı dolayısıyla stratejik bir mevki olarak görmüştü. Oysa Marmara Bölgemiz itibarıyla bir defa sanayi merkezi, elektrik ihtiyaç yoğunluğunun olduğu mevkidir. Dolayısıyla Türkiye Elektrik Kurumu en önce Karadeniz sahili, Kilyos açıklarına doğru, İğneada’ya doğru, Bulgaristan sınırına doğru, nükleer açıdan bakıldığında iyi bir yer seçimi olmakla beraber, Genelkurmay Başkanlığı oraya izin vermediği için Akkuyu mevkiine gitmişti. Karadeniz suyunun sıcak olması hususu saklı olarak, mecburen, Akkuyu’ya gidilmiştir. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi çok ciddi çalışmalar yaptı, diyebilirim. O zaman ben, Nükleer Güvenlik Komitesi üyesiyim. Gelir gelmez beni orada görevlendirmişlerdi… Önüme şu kadar raporlar geldi. Memur maaşımızın dışında herhangi bir başka gelirimizin olmaması hususu saklı olarak, gecelerce, günlerce, haftalarca, 1 yıl boyunca o raporları didik didik inceleyip, yer olarak Akkuyu mevkiinin nükleer lisansını o günkü ölçütler zemininde memnuniyetle verdik. Birazdan geleceğim. 30 yaşın altında bir delikanlı olduğumu bir yana bırakın, çok iyi donanımlarla gelmiş olduğum olgusu elbette yine bir tarafa konularak; ama o günkü ölçütler itibarıyla hiçbir yanlış yapmadığımızı memnuniyetle ve göğsümü gere gere, gururla ifade edebilirim. Benzer bir konuşma 1999’da (Enerji Zirvesi’nde), hükümette geçti. Enerji Bakanı hazırlanmış, bana yüklenmeye kalktı, Başbakan Ecevit’in yanında. Hak ettiği cevabı aldı. Daha sonra Yüce Divan’da yargılandı, mahkum oldu. Oradaki incinmesinden dolayı, o günkü parayla 5 bin liralık -benim herhalde 6 aylık maaşımdı- tazminat davası açmıştı hakkımda, kamuoyu önünde kendisini küçük düşürdüğüm iddiasıyla; ancak, o davayı daha bakanken kaybetti. O konuya birazdan geleceğim. Demek ki, biz Akkuyu’ya yer lisansını verdik. 1979’da bir şey oldu, Three Miles Island kazası… Three Miles Island kazası hepimizi ters köşeye yatırdı. Ben bir reaktör dinamik uzmanıyım; yani nükleer reaktör dinamik alanında, disiplininde yazılmıştır doktora tezim. Nükleer güvenlik uzmanıyımdır diyebilirim, yani kazaları fevkalade iyi bilirim. Çok çalıştık. Prof. Rasmussen, hocamdı. Boston’da çalışır, haftanın iki gününü Washington’da geçirirdi. Kaza analizleri fevkalade zor analizlerdir. O gün yapılan hesaplar… Gerçekten akla gelebilecek her türlü vahşi kaza resmi zemininde yapılmıştır bu kaza hesapları. Fakat 1979’da meydana gelen kaza, dediğim gibi, hepimizi ters köşeye yatırdı… Demem şu ki: Hiç aklımıza gelmemiş olan, akla hiç kolay kolay getirilemeyecek olan bir kaza senaryosu, zemininde gerçekleşti, o kaza… Aslında reaktör pırıl pırıl çalışıyor. Türbinin sekmesiyle beraber otomatik olarak kontrol merkezi, acaba pompalarda mı bir sıkıntı var diye sistemi tarar. Pompadaki sıkıntıyı anında görüyor, Three Miles Island reaktöründe türbinin sekmesiyle beraber, derhal yedek pompanın devreye girmesi söz konusu… “Konsol”, demek ki derhal, yedek pompanın “devreye gimesi” komutunu veriyor. Yedek pompanın devreye girmediğine dair ziller çalmaya başlıyor, lambalar yanmaya başlıyor; ama yine otomatikte ve hemen anında, yedek pompanın yedeğinin devreye girmesine dair komut gidiyor, Konsol’dan ve ondan sonra reaktör elden kaçıyor. Kaza sebebi fevkalade trajikomik, rahmetli Aziz Nesin’in yazacağı türden bir kaza senaryosu, denilebilir. Pompaların bakımını yapmadan evvel vanaları kapatıyorlar, bakımın yapılmasından sonra vanaları tekrar gerisin geriye açmayı unutuyorlar. Hediyesi 4 milyar dolar… Bizi ters köşeye yatırmış olmasının sebebi bu; “olamaz denecek” türden bir şey… Bu kitabın ilk baskısı 1994’te yapıldı. 1990’da yazmaya başlamıştım. Bu kazayla beraber reaktör dinamik hocası olarak şunu bir çırpıda söyledim: Kaza süreçlerinde, öyle bir puslu, öyle bir gri bölge var ki biz, orada ne olabileceğini göremiyoruz, dokunamıyoruz, nabzını tutamıyoruz; o bölgenin bulunuyor olması dolayısıyla kaza risk analizlerimiz baştan sona çöpe atılmak zorunda. Bizim ölçütümüzden hesap ettiğimizde, kaza riskinin çok daha fazla olması gerekir demiştim; ama o evrede, istatistiki herhangi bir şey söyleme şansım yoktu… 1973’te birinci petrol krizi oldu. 1979’da ne oldu biliyor musunuz; ikinci petrol krizi oldu. Petrol kriziyle beraber petrol fiyatları varili (fıçısı), 3 dolardan yuvarlak 10 dolara yükseldi. O zaman, Batı ekonomileri sarsıldılar, nükleer reaktörlerin yapımına hız verilmiş oldu… OPEC ülkeleri, Batı ekonomileri otomotiv ürünlerini, elektronik eşya ürünlerini, beyaz eşya ürünlerini öbür ülkelere istedikleri fiyattan satıyorlar… Geri kalmış ülkelerin ise çoğu petrole sahipler. “Bizim başka metamız yok, çocuklarımıza bırakacağımız herhangi bir varlığımız söz konusu değil, onun için, kusura bakmayın, biz fiyatları yükseltiyoruz”, diyorlar ve öyle yapıyorlar. Batı ekonomileri, 1973’te bayağı bir sarsıldı… OPEC ülkeleri bir süre sonra, Batı’dan her şeyi, daha pahalıya satın almaya sıkışınca, 1979’da, petrolün varilini 12-13 dolardan 35 dolara yükseltiverdiler.. Batı ekonomileri bu sefer ayağa kalktılar. O zaman şunu anladık ki Batılılar yalnızca sattıkları malın fiyatını belirlemek konusunda gözetmiyorlar serbest piyasa ekonomisini; onlar için serbest piyasa ekonomisi demek, aynı zamanda satın aldıkları ürünün de fiyatını belirlemek demek oluyormuş, meğer! Bunu gördük. Aynı bağlamda, 1979’da Three Miles Island kazası olmasına rağmen, buradan itibaren petrol fiyatlarının yükselmesi sonucu nükleer santralların hatta daha da hızlı kurulmalarının gündeme geldiğini görüyoruz. Yani 1980’de, 150 Keban Barajı kadar nükleer santral var demek oluyor. Arkasından, bugünkü gündemden hiç farklı olmayacak şekilde, Türkiye’nin de katıldığı olduğu Dünya 11. Enerji Konferansında Türkiye’yi temsilen bulunuyorum. Orada bir bilimsel-teknik kongre yapılıyor. Zaman zaman buradaki arkadaşlarım kulak misafiri olmuşlardır yahut biliyorlardır; Batılıları temsilen bir teknik kişi çıkıp, OPEC ülkelerine dönüp (Fransızca), dedi ki, “Beyler; ateşle oynamayınız!” Buzdağı düşmüş gibi oldu konferansın ortasına. Ben mesajı aldım. Batılılar yalnızca sattıkları eşyanın değil; işte satın aldıkları eşyanın da, metanın da fiyatını belirlemek istiyorlar. Arkasından Türkiye zapturapt altına alındı, arkasından Saddam İran’a saldırtıldı… Bu, bence, günümüzdeki, birinci mezhep savaşıdır ve bugün ikincisi gündemdedir. Batılılar “vekalet savaşı” diyorlar; katiyen alâkası yok. Başkalaştırma savaşıdır. “Vekalet” lafını lütfen kullanmayın. Başkalaştırılmışların savaşıdır. Arkalarında birileri onları kukla gibi oynatıyorlar. Zaten enerjinin olduğu yerde, mutlaka siyaset vardır, hatta kirli siyaset vardır, hatta ve hatta kanlı siyaset vardır. Bunu yaşıyoruz; yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Burası 1980 (Tolga Hoca, Grafik’te isaret ediyor). Demek ki, Saddam İran’a icbar edildi… 8 sene sürdü savaş. Petrol arzını artırdılar, daha fazla silah satın alabilmek üzere… Petrol arzını artırınca petrol fiyatları düştü. Batılılar petrol satın almak üzere ödedikleri dolarları silah satarak gerisin geriye aldılar. Taraflardan birisi ötekine oranla üstünlük sağlayacak olsa diğerine daha çok silah satıldı veyahut verildi. Bu savaş (İran-Irak) 8 sene ayakta tutuldu. İran telef edilmek stendi… Bu eylem, Yeni Osmanlıcılık ve BOP projesi adı altında bitirilmek istendi. Bugünleri anlamak için, enerjiyi muhakkak bilmek zorunluluğu vardır. 5 milyon Suriyeliyi, kendi elimizle, kendilerini kucağımızda buldurttular bize. Bunları söylememiz gerekiyor. Bakın, 1980’de, İran Irak’a saldırtıldı. Demek ki nükleer enerji üretiminin hızlanmasının önemli bir sebebi, Batılıların kendilerini Ortadoğu melanetinden çözmek istemeleri… Bunu görmemiz lazım. 1978’den bu yana Amerika’da tek bir nükleer santral kurulmamıştır. Biliyorsunuz, Avrupa’da referandumlar oldu. İsveç’ten başlayarak nükleer santrallar durdurulmak istendi. Birtakım geri adımlar olmadı değil. Avusturya’da bir referandum oldu. Viyana’daki 1.000 megavat gücündeki nükleer santral, anahtarı üstünde, dünyanın ilk nükleer müzesine dönüştürüldü, çalıştırılmadı. Ama nükleer santralların pıtrak gibi kurulmasının emel sebebi, Batılı ülkelerin, özellikle Avrupa ülkelerinin kendilerini yavaş yavaş Ortadoğu’dan çözmek istemeleridir. Avrupalılar, Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki çekişmeden çıkmak istemişlerdir. Avrupa’nın enerji açısından temel bir denklemi şudur: Avrupa kuraktır, enerjiye muhtaçtır, Japonya enerjiye muhtaçtır, Kuzey Amerika da öyle. Amerika’nın temel bir stratejik denklemi vardır, bu telaffuz edilmez; “Önce OPEC petrolünü tüket!” Bu, temel bir stratejik bir denklemdir. Amerika önce Ortadoğu petrollerinin tüketilmesini ister… “Dışarıda koz bırakmamak gerekir” der (demez de, anlayan bilir). Bu stratejik denklemi izlemekle beraber, içeride hem ilave nükleer santralların kurulmasını durdurmuştur, hem de yeni enerji kaynakları aramaya başlamıştır. 1986’da ne oluyor; Çernobil nükleer kazası. Çernobil nükleer reaktör kazasının olmasıyla beraber, gördüm ki o puslu bölge, demin anlattığım gri bölge, yani bizim risk analiz alanımıza girememiş, kapsayamadığımız o bölge bizim sandığımızdan çok daha vahşi. Çünkü Çernobil nükleer reaktör kazası da tıpkı Three Miles Island nükleer reaktör kazası gibi hiç akla gelmemiş bir sebeple meydana geldi. O akla gelmemiş sebep nedir, biliyor musunuz? “Three Miles Island reaktörüne benzer bir kaza Çernobil nükleer reaktöründe peydahlanacak olsa, bunu ölçmek üzere hangi parametreleri dikkate almamız gerekir” diyor, Rus mühendisler. İzin almaları gerekir aslında Sovyetler Birliği Atom Enerjisi Komisyonundan. Bunu da yapmıyorlar. Birinci devre üzerindeki etkisini ölçmek için, kendi kendilerine ikinci devrenin vanasını biraz kısıyorlar. O anda reaktör elden kaçıyor. O anda dediğim, birkaç saniye sonra elden kaçıyor. Kurgusu hiç akla gelmemiş bir kaza. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bültenleri. Pravda ve İzvestiya gibi, propaganda bültenleridir Yani bilim insanları bunu bilimsel dürüstlükle ifade etme sorumluluğundadırlar diye düşünüyorum. Onlar yalnızca nükleer enerjiyi överler ve Çernobil reaktör kazasını, “Kaza olarak tasnif etmemek gerekir” diye yayınlar yapmışlardır. Bal gibi ve çok vahşi bir kazaydı. Kim ister Çernobil nükleer reaktörünü patlatmayı? Hele Sovyetler Birliği’nin Sovyetler Birliği olduğu dönemde!.. Ama bu kaza vukua geldi. Kaza vukua geldi demek, hiç akla gelmemiş bir sebeple kaza vukua geldi demek oluyor. Aynı zamanda, o gri bölge, yani reaktörlerin kaza risk analizlerini yaptığımız bölgenin sandığımızdan daha da hacimli olduğunu dikkate getiren bir kaza, demek oluyor, bu kaza! 2015’de hafif bir kımıldanma var (ama şurası 400 bin megavat).   Nükleer enerji hemen hemen neredeyse bütün ülkelerde… Daha doğrusu Çin hariç, Finlandiya’da bir iştah var, ihtiras var. Bu günlerde, ABD nükleer ihtiras kervanına katılmak istiyor, görünüyor… Çin’de ciddi bir ihtiras var. Bunları söylemem lazım. Japonya geri adım attı Fukuşima’dan sonra, hatta bütün nükleer santralların durdurulması kararı verdi; ama pek nükleer santralsız yaşayamayacaklarını da gündeme getirdiler. BASİT, ANCAK GAYET GERÇEKÇİ, BİR KAZA RİSK ÇÖZÜMLEMESİ 1. THRE MILE ISLAND KAZASI (1979). REAKTÖR GÜCÜ: 906 MWe. 2. ÇERNOBİL KAZASI (1986). REAKTÖR GÜCÜ: 1000 MWE. Mahvolan Birim 3. FUKUSHIMA KAZASI (2011). ÜÇ REAKTÖR BİRDEN KAZA GEÇİRİYOR: 1 x 460 MWe (Reaktör 1 hasarlı) 3 × 784 MWe (Reaktör 2, 3, and 4 hasarlı) 1 x 784 MWe (Reaktör 5 soğutma sorunları yaşıyor) 1 × 1100 MWe (Reaktör 6 soğutma sorunları yaşıyor) Japon Nükleer Reaktörleri Fukushima 1 460 MWe + 2×784 MWe = 2028 MWe . Yuvarlak 50 000 MWe Japon Nükleer Güç Santrali’nden yaklaşık 2000 MWe kazaya kurban gittiğine göre: Japon mühendisler, 100 üzerinden 94 alirlar, diyebiliri, rahatlıkla… HER ÜÇ KAZA, BİR ARADA: 906 MWe + 1000 MWe + 2028 Mwe = 3934 Mwe. DÜNYA’DAKİ KURULU TOPLAM NÜKLEER GÜÇ: 400 000 Mwe. ÇOĞU, OLDUKÇA YAŞLI SANTRALLERDEN OLUŞUYOR… O HALDE KAZA OLASILIĞI, BİR ÖMÜR BOYUNCA: 4000 Mwe / 400 000 MWe = %1. Devasa!.. Bu kazalara bir bakalım ve kaza risk analizini nasıl değerlendirdiğim konusundaki düşüncelerimi size aktarayım istiyorum. Aslında bu kazalar, Three Miles Island (TMI) kazasıyla Çernobil nükleer reaktör kazası tıpatıp aynı kazalardır. Çernobil nükleer reaktör kazasının en az iki mertebe yüksek bir felaketin meydana gelmesinin sebebi, nükleer reaktörünün birazdan göreceğimiz biriminin dış güvenlik kabuğunun bulunmamasıdır. TMI’da, reaktör ölmüştür, mahvolmuştur; fakat kazanın dış güvenlik kabuğunun içinde hapsedilmesi başarılmıştır. En başta gösterdiğim o kırmızı basınç kabı vardı ya, çelik kap, o kap burada yırtılmıştır, akla zarar bir şekilde yırtılmıştır. Dikkat ederseniz, çevreye herhangi bir zararı olmamıştır. Bunu da bilimsel bir dürüstlük çerçevesinde ifade etmem gerekiyor. Bu kazanın çevreye hiçbir şekilde zararı olmamıştır, çünkü bütün melanetin içeride hapsedilmesi başarılmıştır. O kadar ki, kazadan sonra Başkan Carter geldiği zaman, reaktörün dibine kadar yaklaşabilmektedir. Çernobil nükleer reaktör kazası farklı, çünkü dış güvenlik kabı yok. Hem ucuz olsun diye, hem de kendilerine çok güvendikleri için Rus mühendisler, dış güvenlik kabı koymamışlar. Aynı facia orada meydana geliyor, yırtılıyor basınç kabı. Basınç kabının yırtılmasıyla beraber çatı da uçuyor. Rusya’dan dışarıya radyasyondan başka hiçbir şey sızdırmadılar. Ama işte radyasyonu kimse tutamıyor, sızdırdılar, mecburen… İsveç yakında olduğu için, kısa sürede olağan üstü radyasyonu ölçtü… Birkaç gün sonra giderek, dünyanın her yerindeki detektörler deli gibi radyasyon saymaya başlamışlardı. Ruslar inkâr ediyorlardı; fakat uydudan alınan resimlerden, Çernobil nükleer reaktörünün tepesinin yırtılmış olduğu görülüyordu… Oraya gittim. Rus teknolojisine, Rus mühendislere, Rus bilim insanlarına karşı herhangi bir sözüm yok. . Rus bilim insanlarıyla çok yakın ilişkilerimiz vardır; onu da söyleyeyim. Gerek Lebedev Enstitüsü’nde gerekse Moskova Bauman Teknik Üniversitesi’nde, meslektaşlarım vardır. Davet ederler, giderim, konuşurum, onlardan gelenler olur. Şimdi, bir Rus bilim adamıyla çok yakın çalışıyorum. Esas itibarıyla Rus asıllı ama karısı dolayısıyla Belarus olmuş! .. Çernobil Kazası olduğunda ben dersteydim, müstahdem yanıma geldi. “Dersten sonra konuşalım” dedim. Gitti, tekrar geldi. Basın arıyormuş, çok önemliymiş, dedi… Haberim yoktu kazadan. Hemen her şeyin, uzaktan olsun tahmin ettiğim gibi geliştiğini anlama şansım oldu. Bunu gururla ifade edebilirim. Bundan sonra Japonya’ya bakıyoruz. Birinci kaza geçiren santral, yani Three Miles Island reaktörü. Salondan- 15 dakika ara verebilir miyiz? Basın açıklaması yapılacak, sonra siz devam edeceksiniz.  Prof. Dr. Tolga Yarman- Arkadaşlar gelsinler. Şimdi mi ara veriyoruz? Salondan- Evet. Çok özür dilerim hepinizden. Böyle bir şey yapmak istemezdim, ama basın geldi. 12.00 diye söylemiştim. Prof. Dr. Tolga Yarman- Onlar için çok ilginç olacak söyleyeceklerim. Gelsinler bence, gelsinler. Bakın, söyleyeceklerim onları çok ilgilendirecek. Basın gelsin, bu söyleyeceklerimi duysunlar. Basın niye gelmiyor? Çok mu az vaktimiz var? Salondan- Muhabiri arıyoruz da, o yüzden. Prof. Dr. Tolga Yarman- Söyleyeceklerimi yazabilir mi, bilmiyorum tabii. Zehir zıkkım şeyler olacak. Şurası açık: Tabii, arkadaşlarım görevlerini yapıyorlar, iftihar ediyorum.  Görevlileri şu kadar zamandır tanırım ve kendileriyle gerçekten gurur duyuyorum; fakat neredeyse benden başka bir bilim insanı konuşmuyor. Feci, onun için, gelsinler. Söyleyeceklerime ne diyecekler bakalım!.. Onlar için bir daha söylüyorum: Ortadoğu’nun göbeğinde, ne Dolar’la, ne Yen’le, ne Mark’la, ne Euro ile, ne Ruble ile, “nükleer gerdeğe” girilmez!.. Yok öyle bir şey, tamamen yutturmaca…(Devam edecek) Eğitişim Dergisi Ocak-2018 ]]>
Ekleme Tarihi: 19 Haziran 2022 - Pazar
Prof. Dr. Tolga Yarman

Nükleer Enerji: Dünya Ve Türkiye(1. Bölüm)

Aşağıdaki metin; Prof. T. Yarman’ın, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun (İKK), Ataköy, Yunus Emre Kültür Merkezi’nde, gerçekleştirdiği, Alternatif Nükleer Zirve’de, “çağrılı” olarak yaptığı konuşmanın dökümdür. Bu metin, söz konusu “Zirve” zemininde hazırlanan Kitap’ta, yer almaktadır. Bu, son baskıdan bir önceki baskı. Sevgili Nihal herkese yolluyormuş bunu galiba. 50 sene önce söylediklerimle hiçbir şekilde çelişki içerisinde olmadığımı memnuniyetle ifade edebilirim. 4. baskısını yaptı bu kitap. Bunu edinmenizi diliyorum. Sevgili Nihal’de PDF’si var. Son baskısının mı PDF’sidir, ona bir bakalım istersen, Nihalcim; çünkü 4. baskısını yaptı. Bu mesela bir önceki baskı. Yeni baskı iki kat daha hacimli.

Bir defa, bir nükleer reaktöre bakalım. Bu beni niye büyülüyor, onu söyleyeyim. Hâlâ büyülüyor. Aslında muhteşem bir mühendislik. Ancak, benim öğrencilik yıllarımda, bu “hayvanın” neler yapabileceğine dair öngörülerimizin oldukça “basit” (indirgemeci) olduğunu bir bilim adamı dürüstlüğüyle ifade etmem gerek. Ama burada muhteşem bir şey var.

Şurada, kırımızı boyalı, bir kalp var, etrafında zırh var. Bilek kalınlığında bir çelik zırhtır, şapkası da bilek kalınlığındadır. Bilek kalınlığında bijonlarla, vidalarla vidalanmıştır. Bunun sebebini birazdan beraberce anlayacağız. Burada nükleer enerji ürer. “Nükleer enerji” ürer demek… İçeride biraz zenginleştirilmiş uranyum vardır, su ve biraz da zenginleştirilmiş uranyum… Su, aynı zamanda soğutucudur, aynı zamanda yavaşlatıcıdır. Yavaş nötronlarla daha iyi, daha verimli fisyon, yani atom çekirdeklerini kırma imkânımız olur. Atom çekirdekleri dediğim zaman, bir tırnak boyunun 100 milyonda biri atom boyutudur, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Yani inanılmaz bir resimle karşı karşıyayız. Bir tırnak boyunun 100 milyonda biri, onun da 100 binde 1’i atom çekirdeği boyutudur. Nötronlarla karşılaşması halinde bu kırılabilir ve büyük bir enerji açığa çıkar… “Nükleer enerji” ürer demek, bu demektir… Ne kadar büyük bir enerji açığa çıkabilir? Mesela, şu kadarcık (Tolga Hoca burada kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), uranyum 235’le tam bu kadar. Uranyum 235’le Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca üretebileceği kadar enerji üretebiliriz. Ama doğada uranyum 235 izotopu yüzde 1 kadardır. Demek ki şu kadarcığın (Tolga Hoca burada yine kollarıyla “kucak” işareti yapıyor), 100 katı kadar bir hacimde… Biraz zenginleştirirseniz, yine akla ziyan sayılabilecek küçük bir hacimle Keban Barajı’nın bütün bir yıl boyunca ürettiği kadar çok enerji üretebilirsiniz. Enerjiyi, dışarıya su buharı olarak alırsınız. Türbine, bir alternatör bağlıdır, buradan dışarıya elektrik veririz. Muhteşem bir şey. 1967’de üniversiteyi bitirmiştim. Bir sene İTÜ’de, Nükleer Enerji Enstitüsü’nde bulundum, sonra MIT’ye (Massachusetts Institute of Technology) gittim, orada doktora yaptım. Çok keyifle çalıştım. Şimdi akademik olarak yaptıklarımı orada edindiğim bilgiler olmadan yapma şansım olmazdı. Onu da ifade etmeyi dilerim.

GEÇMİŞTE VE BUGÜN NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMA ZEMİNİ

[TALEP] – [TALEBE BUNU KARŞILAYACAK BİLİNEN KAYNAKALARIN KATKISI] = [BELLİ BİR AÇIK].

[BU AÇIĞI KAPATABİLECEK TEK SEÇENEK]  = [NÜKLEER ENERJİ ÜRETİMİ].

Yansıda gördüğümüz bu denklemler çok basit denklemler.

Çok söylediğim sözün anonimleşmesinden, çok mutlu oluyorum doğrusunu isterseniz.

Kimin söylediği unutulmuş olsa dahi, mesela, “Türkiye’de enerji sorunu yoktur, bir enerji yönetim sorunu vardır” sözüm çok anonimleşmiştir.

Bunun gibi, “Ortadoğu’nun göbeğinde el parasıyla nükleer gerdeğe giremezsiniz” sözüm anonimleşmiştir. Benzer başka sözlerim de var (anonimleşmiş olan); birazdan göreceğiz.

Bu da onlar gibi anonimleşmiş bir açıklamam. Aslında kimse ne yaptığının farkında değildi ve bazen konuşulanları mantıksal olarak denkleme dökmek dahi çok öğretici oluyor. Çok basit iki tane denklem söyleyeceğim, ama insanlar bu denklemlerin nasıl bir yapıda olduklarını fark etmiyorlardı. Bir süre, aslında denklemleri ilk duyduğumuz zaman çok inandırıcı, fakat giderek bu denklemlerin ciddi olarak kırıldığını gördük, beraberce izledik. Nükleer enerji tartışma zemini şu iki denklem, “ikna edici” iki denklem üzerine oturuyordu. Benim MIT’de olduğum yıllarda bütün dünyayı ikna eden denklemlerdi bunlar. (Onları, böyle yazan yoktu, ama bu anlam konuşuluyordu ve duraksamasız, ikna olunuyordu…)

Burada bir talep var. Sonra, bunu karşılayacak olan bilinen kaynakların katkısı yer alıyor; işte kömür, su enerjisi, alternatifler… 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğünü yaptığım evrelerde alternatifler ihmal edilebilecek mertebede katkılar sağlıyorlardı; ama ileriye dönük umutlar da vaat ediyorlardı. Dalga enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji ve saire.

Ama Türkiye açısından talep “eksi” (“-“ işareti) özellikle kömür ve hidro potansiyel gücü, eşittir bir “açık”voluyordu… Talep eğrilerine bakarsanız, bunlar polinomiyal birtakım resimlere bugüne kadar nasıl geldiğine dair çizgi çekilip, oturtularak, oradan, eşyanın tabiatının kaldırmayacağı bir izdüşümle çıkartılırdı… Talebi karşılayacak şu kadar potansiyel kömürümüz var, bu kadar linyitimiz var, bu kadar su gücümüz var. Bunlardan azami şu kadar enerji elde edebiliriz” deniliyordu ve buna karşılık belli bir “açık” ortaya çıkıyordu. 1977’de Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörlüğü yaptığımda, bütün raporlarda bu yaklaşım bu kadar bariz bir şekilde, ayrıca tartışmaya açık şekilde zikredilmemiş olarak bulunuyordu. İkinci denklemde, o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji üretimi olarak görülüyordu. Bugün nükleer enerjiyi savunanların zihinlerinde bu iki denklem hâlâ var. Bakın, talep böyle gidiyor. Şöyle karşılayabiliriz. İkisinin arasında şöyle bir açık var. Nükleer enerjiden başka herhangi bir enerji kaynağıyla karşılayamıyoruz. Bu deniliyordu!.. O evrede nükleer kazalar olmamıştı, nükleer enerji, fevkalade temiz ve fevkalade ucuz enerji kaynağı olarak biliniyordu, demin gösterdiğim nükleer santral resmi fevkalade cazip görünüyordu.

Birazdan açıklayacağım bu iki denklemin bütün girdileri çatır çatır çöktü. Yani ne talep sanıldığı kadar yüksek seyretti, ne talebi karşılayacak olan enerji kaynaklarının hacmi sanıldığı kadar az çıktı, ne de bir açık ortaya geldi, hatta ne de o açığı kapatabilecek tek seçenek nükleer enerji olarak durdu. Ayrıca, mevcut uranyum kaynaklarına –ki, dünyada 6 milyon ton kadar- mevcut kurulu nükleer gücünün 3-4 katı kadar, bilemediniz 5 katı kadar bir kurulu nükleer güç ancak ilave edebileceğimiz sonucu, gündeme geliyor.

Kısacası, açıkladığım denklemler çöktü. Demek ki, bu felsefî yaklaşım, nükleer enerji üretiminin, hatta tek seçenek olarak gündeme getirilmesini savunabileceğimiz bir matematik çerçeve olmaktan iyice uzak düştü. Bunu bir defa dikkatinize getirmek istiyorum.

Burada, nükleer enerji üretiminin yıllara göre nasıl değiştiğini resmediyoruz. Bu resim bence fevkalade. Bu resim üzerinde biraz duracağım, hatta konuşmamın özünü bu resim teşkil edecek, diyebilirim.

Bu resmi anlamak için şöyle bakmanızı öneriyorum. Burada aslında (dik eksende) yılda üretilen nükleer enerji olmakla beraber, tavanı, 400 bin megavat, yani 400 Keban Barajı kadar kurulu güç olarak algılayabiliriz. Yani, Dünyada halihazırda kurulu 400 Keban Barajı eşdeğeri nükleer santral vardır. Yuvarlak söylüyorum. Bu çerçevede, kurulu nükleer santralların yıllar boyunca nasıl bir kuruluş ve dolayısıyla işletme resmi izlediğini aktaracağım size. Bu resim üzerinde dünya enerji siyasasını göreceğiz, mezhep savaşlarını göreceğiz. Çok şaşıracaksınız. Bu resme iyi bakan uzman gözler, bu resimden saatlerce konuşulabilecek kadar hacimli bilgileri görebilir, aktarabilirler…

1970… Ben burada, MIT’de nükleer bilimler doktora öğrencisiyim. Burada nükleer santral henüz çok yeni. Reaktörlere geziler yapardı hocalarımız; bizleri götürürlerdi, heyecanla izlerdik. Çünkü netice itibarıyla başlı başına şu resim bir heyecan kaynağı oluştururdu. Türkiye’ye dönük olarak da adımlar atılmıştı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, benim MIT’de bulunduğum yıllarda, hatta ondan önce, 1967-1968’de mevcuttu.

Dikkat ederseniz, eğri şöyle yükselmeye devam ediyor. Şurası 400 bin megavat olduğuna göre, şurası demek ki 100, 200, 300, 400 diye gidiyor. 100 bin megavat. Demek ki 100 tane Keban Barajı kadar nükleer santral kuruluyor.

Şurada bir duracağım. Ben 1972’de döndüm. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi Akkuyu mevkii nükleer santral yeri olarak seçti. Birazdan geleceğim. Genelkurmay Başkanlığı Karadeniz sahiline izin vermemişti o zaman; burası, Yunanistan ve Bulgaristan’a yakınlığı dolayısıyla stratejik bir mevki olarak görmüştü. Oysa Marmara Bölgemiz itibarıyla bir defa sanayi merkezi, elektrik ihtiyaç yoğunluğunun olduğu mevkidir. Dolayısıyla Türkiye Elektrik Kurumu en önce Karadeniz sahili, Kilyos açıklarına doğru, İğneada’ya doğru, Bulgaristan sınırına doğru, nükleer açıdan bakıldığında iyi bir yer seçimi olmakla beraber, Genelkurmay Başkanlığı oraya izin vermediği için Akkuyu mevkiine gitmişti. Karadeniz suyunun sıcak olması hususu saklı olarak, mecburen, Akkuyu’ya gidilmiştir. Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santrallar Dairesi çok ciddi çalışmalar yaptı, diyebilirim. O zaman ben, Nükleer Güvenlik Komitesi üyesiyim. Gelir gelmez beni orada görevlendirmişlerdi… Önüme şu kadar raporlar geldi. Memur maaşımızın dışında herhangi bir başka gelirimizin olmaması hususu saklı olarak, gecelerce, günlerce, haftalarca, 1 yıl boyunca o raporları didik didik inceleyip, yer olarak Akkuyu mevkiinin nükleer lisansını o günkü ölçütler zemininde memnuniyetle verdik. Birazdan geleceğim. 30 yaşın altında bir delikanlı olduğumu bir yana bırakın, çok iyi donanımlarla gelmiş olduğum olgusu elbette yine bir tarafa konularak; ama o günkü ölçütler itibarıyla hiçbir yanlış yapmadığımızı memnuniyetle ve göğsümü gere gere, gururla ifade edebilirim.

Benzer bir konuşma 1999’da (Enerji Zirvesi’nde), hükümette geçti. Enerji Bakanı hazırlanmış, bana yüklenmeye kalktı, Başbakan Ecevit’in yanında. Hak ettiği cevabı aldı. Daha sonra Yüce Divan’da yargılandı, mahkum oldu. Oradaki incinmesinden dolayı, o günkü parayla 5 bin liralık -benim herhalde 6 aylık maaşımdı- tazminat davası açmıştı hakkımda, kamuoyu önünde kendisini küçük düşürdüğüm iddiasıyla; ancak, o davayı daha bakanken kaybetti. O konuya birazdan geleceğim.

Demek ki, biz Akkuyu’ya yer lisansını verdik. 1979’da bir şey oldu, Three Miles Island kazası… Three Miles Island kazası hepimizi ters köşeye yatırdı. Ben bir reaktör dinamik uzmanıyım; yani nükleer reaktör dinamik alanında, disiplininde yazılmıştır doktora tezim. Nükleer güvenlik uzmanıyımdır diyebilirim, yani kazaları fevkalade iyi bilirim. Çok çalıştık. Prof. Rasmussen, hocamdı. Boston’da çalışır, haftanın iki gününü Washington’da geçirirdi. Kaza analizleri fevkalade zor analizlerdir. O gün yapılan hesaplar… Gerçekten akla gelebilecek her türlü vahşi kaza resmi zemininde yapılmıştır bu kaza hesapları. Fakat 1979’da meydana gelen kaza, dediğim gibi, hepimizi ters köşeye yatırdı… Demem şu ki: Hiç aklımıza gelmemiş olan, akla hiç kolay kolay getirilemeyecek olan bir kaza senaryosu, zemininde gerçekleşti, o kaza… Aslında reaktör pırıl pırıl çalışıyor. Türbinin sekmesiyle beraber otomatik olarak kontrol merkezi, acaba pompalarda mı bir sıkıntı var diye sistemi tarar. Pompadaki sıkıntıyı anında görüyor, Three Miles Island reaktöründe türbinin sekmesiyle beraber, derhal yedek pompanın devreye girmesi söz konusu… “Konsol”, demek ki derhal, yedek pompanın “devreye gimesi” komutunu veriyor. Yedek pompanın devreye girmediğine dair ziller çalmaya başlıyor, lambalar yanmaya başlıyor; ama yine otomatikte ve hemen anında, yedek pompanın yedeğinin devreye girmesine dair komut gidiyor, Konsol’dan ve ondan sonra reaktör elden kaçıyor. Kaza sebebi fevkalade trajikomik, rahmetli Aziz Nesin’in yazacağı türden bir kaza senaryosu, denilebilir. Pompaların bakımını yapmadan evvel vanaları kapatıyorlar, bakımın yapılmasından sonra vanaları tekrar gerisin geriye açmayı unutuyorlar. Hediyesi 4 milyar dolar… Bizi ters köşeye yatırmış olmasının sebebi bu; “olamaz denecek” türden bir şey…

Bu kitabın ilk baskısı 1994’te yapıldı. 1990’da yazmaya başlamıştım. Bu kazayla beraber reaktör dinamik hocası olarak şunu bir çırpıda söyledim: Kaza süreçlerinde, öyle bir puslu, öyle bir gri bölge var ki biz, orada ne olabileceğini göremiyoruz, dokunamıyoruz, nabzını tutamıyoruz; o bölgenin bulunuyor olması dolayısıyla kaza risk analizlerimiz baştan sona çöpe atılmak zorunda. Bizim ölçütümüzden hesap ettiğimizde, kaza riskinin çok daha fazla olması gerekir demiştim; ama o evrede, istatistiki herhangi bir şey söyleme şansım yoktu…

1973’te birinci petrol krizi oldu. 1979’da ne oldu biliyor musunuz; ikinci petrol krizi oldu. Petrol kriziyle beraber petrol fiyatları varili (fıçısı), 3 dolardan yuvarlak 10 dolara yükseldi. O zaman, Batı ekonomileri sarsıldılar, nükleer reaktörlerin yapımına hız verilmiş oldu… OPEC ülkeleri, Batı ekonomileri otomotiv ürünlerini, elektronik eşya ürünlerini, beyaz eşya ürünlerini öbür ülkelere istedikleri fiyattan satıyorlar… Geri kalmış ülkelerin ise çoğu petrole sahipler. “Bizim başka metamız yok, çocuklarımıza bırakacağımız herhangi bir varlığımız söz konusu değil, onun için, kusura bakmayın, biz fiyatları yükseltiyoruz”, diyorlar ve öyle yapıyorlar. Batı ekonomileri, 1973’te bayağı bir sarsıldı… OPEC ülkeleri bir süre sonra, Batı’dan her şeyi, daha pahalıya satın almaya sıkışınca, 1979’da, petrolün varilini 12-13 dolardan 35 dolara yükseltiverdiler.. Batı ekonomileri bu sefer ayağa kalktılar. O zaman şunu anladık ki Batılılar yalnızca sattıkları malın fiyatını belirlemek konusunda gözetmiyorlar serbest piyasa ekonomisini; onlar için serbest piyasa ekonomisi demek, aynı zamanda satın aldıkları ürünün de fiyatını belirlemek demek oluyormuş, meğer! Bunu gördük. Aynı bağlamda, 1979’da Three Miles Island kazası olmasına rağmen, buradan itibaren petrol fiyatlarının yükselmesi sonucu nükleer santralların hatta daha da hızlı kurulmalarının gündeme geldiğini görüyoruz. Yani 1980’de, 150 Keban Barajı kadar nükleer santral var demek oluyor.

Arkasından, bugünkü gündemden hiç farklı olmayacak şekilde, Türkiye’nin de katıldığı olduğu Dünya 11. Enerji Konferansında Türkiye’yi temsilen bulunuyorum. Orada bir bilimsel-teknik kongre yapılıyor. Zaman zaman buradaki arkadaşlarım kulak misafiri olmuşlardır yahut biliyorlardır; Batılıları temsilen bir teknik kişi çıkıp, OPEC ülkelerine dönüp (Fransızca), dedi ki, “Beyler; ateşle oynamayınız!” Buzdağı düşmüş gibi oldu konferansın ortasına. Ben mesajı aldım. Batılılar yalnızca sattıkları eşyanın değil; işte satın aldıkları eşyanın da, metanın da fiyatını belirlemek istiyorlar. Arkasından Türkiye zapturapt altına alındı, arkasından Saddam İran’a saldırtıldı… Bu, bence, günümüzdeki, birinci mezhep savaşıdır ve bugün ikincisi gündemdedir. Batılılar “vekalet savaşı” diyorlar; katiyen alâkası yok. Başkalaştırma savaşıdır. “Vekalet” lafını lütfen kullanmayın. Başkalaştırılmışların savaşıdır. Arkalarında birileri onları kukla gibi oynatıyorlar.

Zaten enerjinin olduğu yerde, mutlaka siyaset vardır, hatta kirli siyaset vardır, hatta ve hatta kanlı siyaset vardır. Bunu yaşıyoruz; yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz.

Burası 1980 (Tolga Hoca, Grafik’te isaret ediyor). Demek ki, Saddam İran’a icbar edildi… 8 sene sürdü savaş. Petrol arzını artırdılar, daha fazla silah satın alabilmek üzere… Petrol arzını artırınca petrol fiyatları düştü. Batılılar petrol satın almak üzere ödedikleri dolarları silah satarak gerisin geriye aldılar. Taraflardan birisi ötekine oranla üstünlük sağlayacak olsa diğerine daha çok silah satıldı veyahut verildi. Bu savaş (İran-Irak) 8 sene ayakta tutuldu. İran telef edilmek stendi… Bu eylem, Yeni Osmanlıcılık ve BOP projesi adı altında bitirilmek istendi. Bugünleri anlamak için, enerjiyi muhakkak bilmek zorunluluğu vardır. 5 milyon Suriyeliyi, kendi elimizle, kendilerini kucağımızda buldurttular bize. Bunları söylememiz gerekiyor.

Bakın, 1980’de, İran Irak’a saldırtıldı. Demek ki nükleer enerji üretiminin hızlanmasının önemli bir sebebi, Batılıların kendilerini Ortadoğu melanetinden çözmek istemeleri… Bunu görmemiz lazım. 1978’den bu yana Amerika’da tek bir nükleer santral kurulmamıştır. Biliyorsunuz, Avrupa’da referandumlar oldu. İsveç’ten başlayarak nükleer santrallar durdurulmak istendi. Birtakım geri adımlar olmadı değil. Avusturya’da bir referandum oldu. Viyana’daki 1.000 megavat gücündeki nükleer santral, anahtarı üstünde, dünyanın ilk nükleer müzesine dönüştürüldü, çalıştırılmadı. Ama nükleer santralların pıtrak gibi kurulmasının emel sebebi, Batılı ülkelerin, özellikle Avrupa ülkelerinin kendilerini yavaş yavaş Ortadoğu’dan çözmek istemeleridir. Avrupalılar, Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki çekişmeden çıkmak istemişlerdir. Avrupa’nın enerji açısından temel bir denklemi şudur: Avrupa kuraktır, enerjiye muhtaçtır, Japonya enerjiye muhtaçtır, Kuzey Amerika da öyle. Amerika’nın temel bir stratejik denklemi vardır, bu telaffuz edilmez; “Önce OPEC petrolünü tüket!” Bu, temel bir stratejik bir denklemdir.

Amerika önce Ortadoğu petrollerinin tüketilmesini ister… “Dışarıda koz bırakmamak gerekir” der (demez de, anlayan bilir). Bu stratejik denklemi izlemekle beraber, içeride hem ilave nükleer santralların kurulmasını durdurmuştur, hem de yeni enerji kaynakları aramaya başlamıştır.

1986’da ne oluyor; Çernobil nükleer kazası. Çernobil nükleer reaktör kazasının olmasıyla beraber, gördüm ki o puslu bölge, demin anlattığım gri bölge, yani bizim risk analiz alanımıza girememiş, kapsayamadığımız o bölge bizim sandığımızdan çok daha vahşi. Çünkü Çernobil nükleer reaktör kazası da tıpkı Three Miles Island nükleer reaktör kazası gibi hiç akla gelmemiş bir sebeple meydana geldi. O akla gelmemiş sebep nedir, biliyor musunuz? “Three Miles Island reaktörüne benzer bir kaza Çernobil nükleer reaktöründe peydahlanacak olsa, bunu ölçmek üzere hangi parametreleri dikkate almamız gerekir” diyor, Rus mühendisler. İzin almaları gerekir aslında Sovyetler Birliği Atom Enerjisi Komisyonundan. Bunu da yapmıyorlar. Birinci devre üzerindeki etkisini ölçmek için, kendi kendilerine ikinci devrenin vanasını biraz kısıyorlar. O anda reaktör elden kaçıyor. O anda dediğim, birkaç saniye sonra elden kaçıyor. Kurgusu hiç akla gelmemiş bir kaza.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bültenleri. Pravda ve İzvestiya gibi, propaganda bültenleridir Yani bilim insanları bunu bilimsel dürüstlükle ifade etme sorumluluğundadırlar diye düşünüyorum. Onlar yalnızca nükleer enerjiyi överler ve Çernobil reaktör kazasını, “Kaza olarak tasnif etmemek gerekir” diye yayınlar yapmışlardır. Bal gibi ve çok vahşi bir kazaydı. Kim ister Çernobil nükleer reaktörünü patlatmayı? Hele Sovyetler Birliği’nin Sovyetler Birliği olduğu dönemde!.. Ama bu kaza vukua geldi. Kaza vukua geldi demek, hiç akla gelmemiş bir sebeple kaza vukua geldi demek oluyor. Aynı zamanda, o gri bölge, yani reaktörlerin kaza risk analizlerini yaptığımız bölgenin sandığımızdan daha da hacimli olduğunu dikkate getiren bir kaza, demek oluyor, bu kaza!

2015’de hafif bir kımıldanma var (ama şurası 400 bin megavat).  

Nükleer enerji hemen hemen neredeyse bütün ülkelerde… Daha doğrusu Çin hariç, Finlandiya’da bir iştah var, ihtiras var. Bu günlerde, ABD nükleer ihtiras kervanına katılmak istiyor, görünüyor… Çin’de ciddi bir ihtiras var. Bunları söylemem lazım. Japonya geri adım attı Fukuşima’dan sonra, hatta bütün nükleer santralların durdurulması kararı verdi; ama pek nükleer santralsız yaşayamayacaklarını da gündeme getirdiler.

BASİT, ANCAK GAYET GERÇEKÇİ,

BİR KAZA RİSK ÇÖZÜMLEMESİ

1. THRE MILE ISLAND KAZASI (1979). REAKTÖR GÜCÜ: 906 MWe.

2. ÇERNOBİL KAZASI (1986). REAKTÖR GÜCÜ: 1000 MWE.

Mahvolan Birim

3. FUKUSHIMA KAZASI (2011). ÜÇ REAKTÖR BİRDEN KAZA GEÇİRİYOR:

1 x 460 MWe (Reaktör 1 hasarlı)

3 × 784 MWe (Reaktör 2, 3, and 4 hasarlı)

1 x 784 MWe (Reaktör 5 soğutma sorunları yaşıyor)

1 × 1100 MWe (Reaktör 6 soğutma sorunları yaşıyor)

Japon Nükleer Reaktörleri

Fukushima 1

460 MWe + 2×784 MWe = 2028 MWe .

Yuvarlak 50 000 MWe Japon Nükleer Güç Santrali’nden yaklaşık 2000 MWe kazaya kurban gittiğine göre:

Japon mühendisler, 100 üzerinden 94 alirlar,

diyebiliri, rahatlıkla…

HER ÜÇ KAZA, BİR ARADA:

906 MWe + 1000 MWe + 2028 Mwe = 3934 Mwe.

DÜNYA’DAKİ KURULU TOPLAM NÜKLEER GÜÇ:

400 000 Mwe.

ÇOĞU, OLDUKÇA YAŞLI SANTRALLERDEN OLUŞUYOR…

O HALDE KAZA OLASILIĞI, BİR ÖMÜR BOYUNCA:

4000 Mwe / 400 000 MWe = %1.

Devasa!..

Bu kazalara bir bakalım ve kaza risk analizini nasıl değerlendirdiğim konusundaki düşüncelerimi size aktarayım istiyorum.

Aslında bu kazalar, Three Miles Island (TMI) kazasıyla Çernobil nükleer reaktör kazası tıpatıp aynı kazalardır. Çernobil nükleer reaktör kazasının en az iki mertebe yüksek bir felaketin meydana gelmesinin sebebi, nükleer reaktörünün birazdan göreceğimiz biriminin dış güvenlik kabuğunun bulunmamasıdır.

TMI’da, reaktör ölmüştür, mahvolmuştur; fakat kazanın dış güvenlik kabuğunun içinde hapsedilmesi başarılmıştır. En başta gösterdiğim o kırmızı basınç kabı vardı ya, çelik kap, o kap burada yırtılmıştır, akla zarar bir şekilde yırtılmıştır. Dikkat ederseniz, çevreye herhangi bir zararı olmamıştır. Bunu da bilimsel bir dürüstlük çerçevesinde ifade etmem gerekiyor. Bu kazanın çevreye hiçbir şekilde zararı olmamıştır, çünkü bütün melanetin içeride hapsedilmesi başarılmıştır. O kadar ki, kazadan sonra Başkan Carter geldiği zaman, reaktörün dibine kadar yaklaşabilmektedir.

Çernobil nükleer reaktör kazası farklı, çünkü dış güvenlik kabı yok. Hem ucuz olsun diye, hem de kendilerine çok güvendikleri için Rus mühendisler, dış güvenlik kabı koymamışlar. Aynı facia orada meydana geliyor, yırtılıyor basınç kabı. Basınç kabının yırtılmasıyla beraber çatı da uçuyor. Rusya’dan dışarıya radyasyondan başka hiçbir şey sızdırmadılar. Ama işte radyasyonu kimse tutamıyor, sızdırdılar, mecburen… İsveç yakında olduğu için, kısa sürede olağan üstü radyasyonu ölçtü… Birkaç gün sonra giderek, dünyanın her yerindeki detektörler deli gibi radyasyon saymaya başlamışlardı. Ruslar inkâr ediyorlardı; fakat uydudan alınan resimlerden, Çernobil nükleer reaktörünün tepesinin yırtılmış olduğu görülüyordu…

Oraya gittim. Rus teknolojisine, Rus mühendislere, Rus bilim insanlarına karşı herhangi bir sözüm yok. . Rus bilim insanlarıyla çok yakın ilişkilerimiz vardır; onu da söyleyeyim. Gerek Lebedev Enstitüsü’nde gerekse Moskova Bauman Teknik Üniversitesi’nde, meslektaşlarım vardır. Davet ederler, giderim, konuşurum, onlardan gelenler olur. Şimdi, bir Rus bilim adamıyla çok yakın çalışıyorum. Esas itibarıyla Rus asıllı ama karısı dolayısıyla Belarus olmuş! ..

Çernobil Kazası olduğunda ben dersteydim, müstahdem yanıma geldi. “Dersten sonra konuşalım” dedim. Gitti, tekrar geldi. Basın arıyormuş, çok önemliymiş, dedi… Haberim yoktu kazadan. Hemen her şeyin, uzaktan olsun tahmin ettiğim gibi geliştiğini anlama şansım oldu. Bunu gururla ifade edebilirim.

Bundan sonra Japonya’ya bakıyoruz. Birinci kaza geçiren santral, yani Three Miles Island reaktörü.

Salondan- 15 dakika ara verebilir miyiz? Basın açıklaması yapılacak, sonra siz devam edeceksiniz. 

Prof. Dr. Tolga Yarman- Arkadaşlar gelsinler. Şimdi mi ara veriyoruz?

Salondan- Evet. Çok özür dilerim hepinizden. Böyle bir şey yapmak istemezdim, ama basın geldi. 12.00 diye söylemiştim.

Prof. Dr. Tolga Yarman- Onlar için çok ilginç olacak söyleyeceklerim. Gelsinler bence, gelsinler. Bakın, söyleyeceklerim onları çok ilgilendirecek. Basın gelsin, bu söyleyeceklerimi duysunlar. Basın niye gelmiyor? Çok mu az vaktimiz var?

Salondan- Muhabiri arıyoruz da, o yüzden.

Prof. Dr. Tolga Yarman- Söyleyeceklerimi yazabilir mi, bilmiyorum tabii. Zehir zıkkım şeyler olacak. Şurası açık: Tabii, arkadaşlarım görevlerini yapıyorlar, iftihar ediyorum.  Görevlileri şu kadar zamandır tanırım ve kendileriyle gerçekten gurur duyuyorum; fakat neredeyse benden başka bir bilim insanı konuşmuyor. Feci, onun için, gelsinler. Söyleyeceklerime ne diyecekler bakalım!..

Onlar için bir daha söylüyorum: Ortadoğu’nun göbeğinde, ne Dolar’la, ne Yen’le, ne Mark’la, ne Euro ile, ne Ruble ile, “nükleer gerdeğe” girilmez!.. Yok öyle bir şey, tamamen yutturmaca…(Devam edecek)

Eğitişim Dergisi Ocak-2018

]]>
Yazıya ifade bırak !

Diğer Yazıları

27
Mayıs
28
Ekim
28
Mayıs
15
Şubat
05
Eylül