Köy Enstitüleri eğitimde toplum temelli bir kalkınma modelidir. Köy Enstitüleri aynı zamanda büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Köylü Milletin Efendisidir!” sözünün de vücut bulmuş halidir.
Köy Enstitülerine giden yol, Türk eğitim tarihinde kısa sürede alınan büyük mesafenin de destansı öyküsüdür. Bu büyük aydınlanma sürecinegelmedenönce Osmanlıda Türk köylüsünün durumuna bakmamız yerinde olacaktır.
Osmanlı yönetiminde köylü ile ilişki kesilmişti. Köylü yönetime katılmak şöyle dursun yönetimle bir işi olması halindeağa, bey, tarikat liderini aracı yapmak zorundaydı.
Köylerin geçim kaynağı tarımdı. Ancak köylü toprağa sahip değildi. Özellikle bazı bölgelerde köy sahipliği ve toprak ağalığı sistemi vardı. Bu sistemde sahip olunan topraklarda yaşayan insanlar da mülkün bir parçasıydı. Köylüler: ortakçı, kiracı olarak toprak sahibinin kurallarına uygun çalışmak zorundaydı. Özetle köylünün payına düşen karın tokluğuna ırgatlıktı.
Tarım ilkel tekniklerle yapılmaktaydı. Dolayısıyla tarımda doğa koşulları egemendi. Ekileekile çoraklaşmış toprak köylüler için kaderdi. Büyüklerin görevi bildiğini, yaptığınıyeni kuşaklara aktarmak; yeni kuşakların görevi ise kendisine öğretileni tekrarlamaktı.
Köyle kentler arasında ulaşım yoktu. Taşıma aracı; eşek, kağnı ve insanın kendisiydi.Yüzyıllar boyu devletin asker ve vergi kaynağı olan köylü,uzun süren savaşlarda yorgun, bitkin düşmüştü. Her ailede oğlunu, kocasını, babasını ağabeyini kaybeden gözü yaşlı insanlar vardı. Köylü açlık ve sefalet içinde hastalıkların pençesindeydi.
Köylerde okur-yazar yoktu. Gezici köy katipleri çok sayıda köyün katipliğini yapardı. Ülkede nüfusun %80’inin yaşadığı kırk bin köy bulunmaktaydı. Erkekler kenti ancak asker oluncagörebilmekte, kadınlarsa göremeden ölebilmekteydi. Köy gelini için bir nalın giymenin övünme kaynağı olduğu yılların türküsü bile vardı.“Sarıkızın ayağında nalını, zannedersin kaymakamın gelini…”(1)
Eğitimin içinde bulunduğu durumla ilgili Ziya Gökalp’in şu tespiti önemlidir. Gökalp, devşirme çocukların yüksek yönetici olmak için devam ettikleri Topkapı Sarayı’ndaki Enderun Mektebi’yle medreseleri karşılaştırır. Birincisinin Türk olmayanı alıp Türk yaptığını, ikincisinin ise Türk’ü alıp Arap yaptığını belirtir. (2)Bu anlatım bir milletin kendi kültüründen ve dilinden koparılışının en çarpıcı tespitidir.
Anadolu köylüsünün devletine güveni kalmamıştı. İçinde bulunulan karanlık daha da derinleşmişti.Nitekim Osmanlı devleti 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması ile savaştan çekilir.Yokluk, yoksulluk içindeki bir milletin sıra vatanını gelmişti.Emperyalizm amacı için hiç gecikmemiş,işgallere başlamıştı!
Bu koşullar altında İstanbul’dan mavi gözlü, çekil bakışlı, kocaman yürekli bir adam yola çıktı. Kendi ifadesiyle bu yolculuk ‘Nutuk’ un ilk cümlesinde şöyle anlatılır:“1919 yılı Mayıs’ının 19.günü Samsun’a çıktım.”(3)
Halkın yaşam koşullarını daha iyi anlamak için tarihteki yolculuğumuza devam edelim.
Mustafa Kemal Samsun-Havza yolundaydı ve bindiği Merceder-Benz otomobil defalarca bozulmuştu. Bunlardan birinde yolun kenarında tarlasında çift süren bir köylü ile arasında şöyle bir konuşma geçer.
“Hemşeri! Düşman Samsun’a asker çıkaracak. Belki buraların hepsini ele geçirecek. Sen ise rahat toprağı sürüyorsun!”
“Paşa, Paşa! Sen ne diyorsun? Biz üç kardeştik. İki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde sekiz öksüz ile yetim kalmış 3 dul kadın var. Hepsi benim sapanımın ucuna bakarlar. Şimdi benim vatanım da yurdum da aha şu tarlanın ucu. Düşman ora gelinceye kadar benden hayır bekleme.”(4)
Ancak kurtuluş bu yoksul ve yorgun Anadolu halkının bağrında yatan ve büyük Atatürk’ün gördüğü “…ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulamak zorundaydım.”(3)gerçeğinde saklıydı.
Mücadeleyi safhalara ayırmak ve adımların birbirini bütünleyen biçimde atılması sürecinde, bağımsızlık mücadelesiyle birliktecehaletle de mücadele edilmesi gerekmekteydi.O mücadelenin ilk adımı Temmuz 1921’de Ankara’da atıldı. Ankara’da Maarif Kongresi toplandığı saatlerde Kütahya önünde şiddetli çarpışmalar devam ediyordu.
Atatürk kongre konuşmasında, geçmiş eğitim yöntemlerinin milleti gerilettiğini, eğitim programının hurafeler ve yabancı etkilerden uzak, milli ve tarihsel karakterimize uygun olması gerektiğini belirtmişti.
Kongreye kadın öğretmen olarak; Halide Edip, Müfide Ferit, Şahur Hanım katılmışlardı. (5)En ön sırada oturtulmuşlar ve aralarına boş sıra bırakılmıştı. Kadın öğretmenlerin kongreye katılması meclisin sarıklı milletvekillerini rahatsız etmişti. Dine aykırı olarak gördükleri bu durumun sorumlularını şikâyet etmek üzere Atatürk’e gittiler. Atatürk şikâyeti dinledikten sonra Maarif Cemiyeti Başkanı Mazhar Müfit Bey’i çağırır.
“Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız? Ne ayıp şey!” diye çıkışır.Şikâyetçilerin keyifleri yerindedir.Atatürk aynı tonda devam eder: “Olur şey değil, olur şey değil!”
Mazhar Müfit, ne söyleyeceğini şaşırmış bir halde kendini savunma çabası içerisindedir.
Atatürk: “Bırak, bırak! Ben hepsini biliyorum. Toplantıya öğretmen hanımları da çağırmışsınız. Fakat onları niye ayrı sıralarda oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok, yoksa Türk hanımlarının faziletine mi? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim…”(5)der. Bu sefer şaşırma sırası sarıklılardadır…
Büyük Önderin Maarif Kongresindeki konuşmasında verdiği mesajlar ve kongre sonrasında yaşanan bu olay; eğitiminin akıl ve bilim yolundailerleyeceğinin, kadın erkek eşitliğinin, karma ve laik eğitimin müjdesiydi.
(DEVAM EDECEĞİZ…)
1-Köy Enstitüleri, Amaçlar-İlkeler-Uygulamalar, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Güner Matbaacılık, Ankara, 2007, s.21
2Akşın, Kısa Türk Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2018, s.11
3-Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Gençler İçin Fotoğraflarla Nutuk, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2019, s.1,11,
4-Ş Süreyya Aydemir, Tek Adam C.II (1919-1922), Remzi Kitapevi, İstanbul, 2018, s.20
5-Meydan, Yüzyılın Kitabı, İnkılap Kitapevi, 2019, s. 222,223Medya Siyaset
]]>