Son zamanlarda suya sabuna her zamankinden çok dokunur olduk. Ancak konumuz somut bir eylem olan “suya sabuna dokunmak” değil elbette. Konumuz deyimin gerektirdiği anlamda suya sabuna dokunmak!
Millet olarak suya sabuna dokunmayı pek sevmeyiz. Çünkü sistemimiz buna müsaade etmez. Kendimizi bilmeye başladığımız andan itibaren hayatımıza yasaklar girmeye başlar; büyüklerin yanında oturmaktan tutunda, kurduğunuz cümlelerin içeriğine, kıyafetinizden sokakta yürüyüşünüze kadar yaşamın her alanının kuralları o kadar kapsamlı ve çoktur ki neredeyse nefes almanın dışında her şey yasaktır.
Oysa suya sabuna dokunmak; bize dokunmasa da başkalarına dokunan ve onlara zarar veren şeylere dokunabilmektir. Olaylara, olgulara bütüncül bakabilmek ve o bütünü koruyabilmek adına duyarlı olabilmektir!
Olaylara, olgulara bütüncül bakabilmek yaşanılan zaman ve mekânla doğrudan ilgilidir. Çünkü yaşadığımız coğrafya kültürünüzü, inançlarınızı, özetle kimliğinizi oluşturur. Bir de içinde olduğunuz tarihsel süreç var ki; kendinizi ondan soyutlayamazsınız.
Yaşanılan toplumlara göre değişiklik gösterir hayata dair algılar ve davranışlar. Örneğin, demokrasi kültürüyle yetişen insanlar haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı daha duyarlıdır. Teokrasi kültüründe ise davranışları ezberlenmiş kalıplar oluşturur. Ezberler kabullenmeyi kolaylaştırır. Dolayısıyla bu durum haksız ve adaletsiz uygulamalar için zemin oluşturur. Bunun sonucu olarak da düzenin yerini düzensizlik alır ve o düzensizlik zamanla düzen olmaya başlar. Dolayısıyla gün gelir; göz yumulan, ses çıkarılmayan bu uygulamalar herkese dokunur.
Artık yaşanan haksızlık ve adaletsizliklerin insana dokunuşunun etkisi göz yumulan ve ses çıkarılmayan şeylerin büyüklüğü ile orantılıdır. Çözüm de o büyüklük oranında zorlaşmıştır.
Bir kısır döngüdür bu. Esaretin oluşturduğu teslimiyet duygusu daha da bencilleştirir insanı. Bu noktada kendini kurtarma ve kendine yer bulma derdine düşen insanlar çoğalır. İşte orada başlar çürümüşlük. Herkes birbirini çekiştirir. Yalanlar, dolanlar, aldatmalar ve etik olmayan her şey orada olağanlaşır…
Haksızlıklar, adaletsizlikler katlanarak büyür. Sonuç kazananda kaybeden de mutsuzdur. Çünkü her ikisinin de geleceği tehlikededir. Böyle bir noktaya gelmiş toplumlarda en çok da en mağdurlar zarar görür…
Körler ve sağırların diyaloğu misalidir yaşananlar. Artık birbirini anlamayan, dinlemeyen, aynı şeyleri duyumsamayan insanlardan oluşan bir topluluk olur içinde yaşanılan toplum.
Son yıllarda yaşlı dünyamız çok şey yaşadı. Hepimiz gördük ki dünyanın öbür ucunda yaşananlar bize dokunuyor. Bunu biliyorduk ama tüm insanlığın aynı anda yaşaması ve görmesi önemli bir farkındalıktı.
Evet yaşlı dünyamız bir salgın süreci yaşadı ve yaşamayı sürdürüyor. Bu doğal bir salgın mıydı, yoksa sermayenin seviye atlaması için bir proje miydi? tartışılıyor. Hatta üretilen aşılarla ilgili çok sayıda dava var ve süreç devam ediyor. Ancak her iki durumda da salgının herkese dokunduğu gerçeği ortada.
Sermayenin dünyayı amaçlarına uygun hale getirmesi bugünün işi değil elbette.
Peki ya bilim?
İçinde yaşadığımız dijital çağa baktığımızda salgın sonrası bu ağların daha çok kullanıldığını görmekteyiz. Oysa bilim denildiğinde her tür gelişmenin sermayenin değil insanlığın yararına kullanılması gelir akla.
Peki öyle mi?
Bu insana bağlı. İnsanın ne kadar suya sabuna dokunduğuna bağlı. Aksi yaşadığımız hayat bizim değil, biz onun bir parçası oluruz. Ne yazık ki savrulan hayatlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz ve eğer yaşadığımız dünyanın hepimize ait olmasını istiyorsak suya sabuna dokunmalıyız!//Medya Vatan
]]>